Bir Yahudi gencinin kehaneti
Tarihi kimlerden öğreniyoruz? Yahudi gencinin itirafı bize ışık tutuyor....
Bir Yahudi gencinin kehaneti
BEŞİR AYVAZOĞLU /Zaman
Hilmi Yavuz, iki haftadır, Sakıp Sabancı Ödülleri'nden söz ediyor. Bütün ödülleri yabancıların topladığı yarışmada, yirmi bir Türk araştırmacısından hiçbirinin dereceye girememiş olması, Yavuz'a göre, Türkiye'de şuurlu olarak uygulanan bir politikanın neticesidir:
"Harf devrimi'nden hemen sonra yetişen kuşakların, doğrudan değilse bile dolaylı ve örtük bir biçimde, Osmanlı mirası üzerinde durma konusunda çok fazla özendirilmedikleri biliniyor. Kemalizm, kendine rakip olarak gördüğü İslâmcılık ve Osmanlıcılığı, üniversitelerde İlâhiyat ve Türk Edebiyatı kürsülerinin entelektüel statüsünü düşürerek 'görünmez' kılma başarısını göstermiştir. Dolayısıyla, özellikle Osmanlı çalışmaları alanında, öncülüğü, yabancı uzmanlara kaptırmamızdan daha tabii bir şey olamazdı; öyle de oldu! Osmanlı arşivlerinde çalışan Türk araştırmacılar, eski bir Osmanlı manüskrisinde okuyamadıkları kelimeleri Japon, Amerikalı, Kanadalı ya da İsrailli uzmanlara sormaya başladılarsa, buna ne diyeceğiz?"
Hilmi Bey'in bu yazısını okuyunca, geçenlerde bir yemekte Uğur Derman Bey'in anlattığı bir anekdotu hatırladım. Rahmetli A. Süheyl Ünver, Amerika'da bulunduğu yıllarda (1958-1959) ziyaret ettiği Colombia Üniversitesi'nde harıl harıl Osmanlıca öğrenmeye çalışan bir Yahudi genciyle karşılaşmış ve ona bu ilgisinin sebebini sormuş. Gencin verdiği cevap mealen şöyle:
"Sizde bu dili ve kültürü bilen nesil artık gidiyor. Yakında kendi kültürünüzü öğrenmek, arşivlerinizdeki belgeleri okutmak için yabancı uzmanlar çağırmak zorunda kalacaksanız. Ben kendimi o günler için hazırlıyorum!"
Basını takip edenler, Sakıp Sabancı Ödülleri'nce bu yıl için belirlenen konunun "Bugünkü Türkiye'nin Kültürü, Kurumları ve Değerlerinde Osmanlı Mirası" olduğunu ve birincilik ödülüne Tel Aviv Üniversitesi Ortadoğu ve Afrika Tarihi Bölümü öğretim üyelerinden Doç. Dr. Amy Singer'ın "Hayırseverliğin Devamlılığı" başlıklı incelemesiyle kazandığını okumuşlardır.*
Buna, Süheyl Ünver'in dikkatini çeken Yahudi gencinin kehaneti mi diyeceksiniz, görünen köy kılavuz istemezdi mi diyeceksiniz? Artık ne derseniz deyiniz!
Türkiye'nin geleceğini 'dizayn' ettiklerini zanneden toplum mühendisleri, geçmişin yakamızı asla bırakmayacağını düşünememişlerdi. Bugün yaşadığımız birçok derin meselenin arkasında yatan bu gaflettir. İstesek de, istemesek de, dev bir imparatorluğun muazzam mirasının üzerinde oturuyoruz; kullanmasını bilirseniz bu miras büyük bir zenginliktir, sizi geleceğe taşır; kullanamazsanız ağır bir yüktür, adımlarınızı yavaşlatır, tökezletir.
Bu gidişle, tarihimizi hakikaten başkalarından öğrenmek zorunda kalacağız.
Ve onlar, geçmişimizi bize kendi bakış açılarından gösterecekler.
* Sakıp Sabancı Ödülleri'nde ikincilik ödülü, "Müzikal Dünyaların Kesişmesi: Klasik Türk ve Osmanlı Müziği İcra Eden Museviler" adlı çalışmasıyla Washington Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü doktora öğrencisi Maureen Jackson'a; üçüncülük ödülü de "Yeni Cumhuriyetin Eski Elitleri: Türkiye'de Osmanlı Bürokratik Ailelerin Dönüşümü" konulu araştırmasıyla Nice Sophia-Antipolis Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Olivier Bouquet'e verilmişti.
[DERKENAR] Kırmızı Konak
II. Meşrutiyet'in ilânının 100. yılındayız ya, geçenlerde Sultanahmet'ten Eminönü'ne inerken yolumu uzatıp Merkez-i Umumi'nin önünden geçtim. On yıl kadar İttihat ve Terakki'yi, 1924'ten sonra da elli yıl boyunca Cumhuriyet gazetesini barındıran meşhur ahşap konak, nam-ı diğer Kırmızı Konak...
Yer darlığı çekmeye başlayınca bahçesine yaptırdığı sevimsiz bir betonarme binaya geçerek meşhur konağı depo olarak kullanmaya başlayan Cumhuriyet gazetesi, bilindiği gibi, 1990'larda Şişli'ye taşındı ve kullandığı sürece tek çivi bile çakmayarak çürümesine göz yumduğu Kırmızı Konak'ı kendi kaderine terk etti.
Önce çatısı çöken, daha sonra yağmurlar yüzünden merdivenleri çürüdüğü için üst katlarına çıkılamaz hale gelen konak, bir gün yıkılırsa etrafa zarar vermesin diye yüksek bir perdeyle çevrilerek sözüm ona korumaya alındı. Açıkçası, İttihat ve Terakki'nin on yıl boyunca devleti yönettiği Merkez-i Umumi'nin nasıl bir bina olduğunu merak ediyorsanız, avucunuzu yalarsınız.
Önceleri kırmızı aşı boyası dolayısıyla "Kırmızı Konak" diye anılan, rengi soldukça ismi de "Pembe Konak"a dönüşen Merkez-i Umumi'nin Yunus Nadi'nin mülkiyetine nasıl geçtiğini bilmiyorum. Bilinen o ki, Yunus Nadi, Atatürk'ün arzusu üzerine Hâkimiyet-i Milliye ile Yeni Gün'ü 1924 yılında Cumhuriyet adıyla birleştirmiş, bu binayı da gazetenin merkezi olarak kullanmaya başlamıştı.
Sadece siyasî tarihimiz açısından değil, edebiyat ve basın tarihimiz açısından da büyük önem taşıyan Kırmızı Konak'ta bir zamanlar neler yaşanmış olabileceğini rahatlıkla tahmin edebilirsiniz. Merkez-i Umumi olarak kullanıldığı zamanlarda bile, Ziya Gökalp'ın bir düşünür, bir kültür ve edebiyat adamı olarak çalıştığı ve alt katında ünlü Yeni Mecmua'yı çıkardığı Kırmızı Konak'a altmış küsur yıl boyunca kimlerin girip çıktığını bir düşünün!
Birinci derecede önemli tarihî bir yapı olduğu halde, Nadi ailesinin isteksizliği yüzünden tescil edilemeyen Kırmızı Konak'ın herhalde kendiliğinden yıkılması bekleniyor. Belki de yerine beş on katlı bir apartman dikilmek isteniyordur, kim bilir.
Kırmızı Konak, bana sorarsanız, İttihat ve Terakki Müzesi haline getirilmelidir.
İsterseniz, ismi "On Yılda Bir İmparatorluk Nasıl Yıkılır Müzesi" de olabilir.