Çamurcu: Ankara Duvara Tosladı

Çamurcu: Ankara Duvara Tosladı

“Dış güçlerin baskısıyla değişim” doktrininin tesviye ettiği zihinler...

Kenan Çamurcu

Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz. Fakat kâfirlerin kılıcıyla değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin, kılıçlarından gelen fayda bize lazım değil. (Bediüzzaman Said Nursi)


Amerika dışındaki nüshalarında Başbakan Erdoğan'ın fotoğrafının yeraldığı Time kapağıyla çalkalanıp gururu kabartılan ve köpürtülen muhafazakâr iktidar, NATO'nun Suriye'yi işgal ve istilasını aklamaya hazırlanıyor. Kara talan aklayıcılığıdır bu!

İmalatı Washington'da gerçekleştirilen bu halet-i ruhiye, Müslüman dünyada sömürgeci güçlerin istilasına yükselen öfke ve hissiyatı teskin etmeyi amaçlayan muhtelif eşbaşkanlıklarda Türkiye'nin ortağı yapılmış İspanya'da sağcı Halk Partisi'nin iktidara gelmesiyle eşzamanlıdır. Bir yanda İslam beldelerini yeniden fetih işine soyunmuş Erdoğan, diğer yanda İslam beldelerini yeniden fetih (re-conquista) için tarihsel anlamına atıfta bulunulan İspanya, gayet simgesel ve manidar bir eşbaşkanlık ortaklığı oluşturabilir artık.

Siyasallaşmış İslam'ın değil, siyasallaşmış Sünniliğin iktidarı olan muhafazakâr hükümet ve onun itaatkâr sivil toplumu, yalanlarla bezenmiş haklılaştırmalarla NATO'yu Suriye'yi istila, işgal ve talan etmeye çağırıyor.

Siyasallaştırılmış Sünnilik fikriyatını Kemalizm'in yerine geçirip rejimi buna göre yeniden yapılandırmakla geniş kitlelerin aidiyet duygusunu sağlama alan muhafazakâr iktidar, batılılar nezdinde, yakın çevrede hegemoni kurma bahşişiyle NATO'nun kara istilasını aklama katmanından fazla anlam taşımıyor. O nedenle Suriye İhvanı'nın "Batı değil Türkiye Suriye'yi işgal etsin" şiarıyla NATO işgalini kamufle ettiğini sanması zekice buluş sayılmaz.

Muhafazakâr iktidar ve onun sivil toplumu, "görüldü" mührüyle damgalanmış olarak Suriye istilasına yürüyor.

Müslüman beldelere karşı Yavuz Selim kesilen Erdoğan'ın, NATO sancağı altında, Suriye'den başlayarak Irak, Lübnan ve İran'a doğru fütuhata çıkmaya hazırlanmasına TSK'nın vatanperver evlatlarının itaatsizlikle direnmesini umuyorum!

28 Şubat günlerindekine benzer medya operasyonlarıyla zihinler, Washington-Tel Aviv karargâhından yönetilen Suriye, Irak, Lübnan ve İran harekâtına hazırlanıyor.

Muhafazakâr medyadaki talimatlı ve istikrarlı anti-Suriye kampanyası kimi ikna etmeye çalışıyor? Patlamak üzere şu kadar bomba bulundu haberleriyle tansiyon yükselten büyük yalanların mimarı muhafazakâr medya, ne entelektüel derinliğe, ne de yeteneğe sahip olduğundan medya operasyonlarını gizlediğini sanarken her defasında kendisini ifşa ediyor. Eline tehlikeli medya silahı tutuşturulmuş kabiliyetsiz çocuklar, onu rastgele ateşliyor, birçok kazaya yolaçıyor, ortalığı karıştırıyor, tam bir karmaşa yaratıyor.

Hele "hacıların otobüsüne Suriye askerlerinin saldırdığı" kabilinden haberler, tıpkı 28 Şubat günlerinde televizyonlarda döndüre döndüre, köpürtülerek, zihinlere nakşedilerek yapılmış "başbakanlıkta tarikat liderlerine iftar", "Fadime Şahin" vs. gibi haberleri andırıyor. Muhafazakâr medyada yayınlanan haberler sayesinde kendimizi 28 Şubat günlerinde hissediyoruz. Muhafazakâr medyanın ve onlara yol gösteren 28 Şubat döneminden hayli tecrübeli laik medyanın ortak operasyonları çok tanıdık. 28 Şubat zamanlarında Tel Aviv karargâhında imal edilen operasyonlar laik medya eliyle servis edilirdi. Şimdi muhafazakâr medya da garsonluğa başladı!

Suriye'deki iç savaş tablosunu kabul etmekte güçlük çeken zihinler, batı medyasıyla işbirliği içindeki muhafazakâr medyanın kurbanıdır.

İsyancılar kurtarılmış bölgelerde gösteri düzenliyor, isyancılara karşı çıkan Suriye halkı da ülkenin genelinde. Şam yönetiminin 3 bin isyancıyı öldürdüğü söyleniyor, isyancılar ve silahlı örgütlerin de 1000'in üzerinde güvenlik görevlisini ve sivil halktan insanları. Bu bir iç savaş tablosudur. Taraflar savaşıyor. Ankara, iç savaşı teşvik etmeyi bıraktığı ve Suriye'ye karşı terörü desteklemekten vazgeçtiği an Suriye normalleşme yoluna girer.

Ama bugün yaşadığımız gerçeklik bunun tam tersidir.

"Özgür Suriye Ordusu" isimli örgüt, Suriye'de 15 bin silahlı adamı olduğunu; bu adamların barınma, eğitim ve lojistiği için Türkiye'nin desteğine şükranlarını yerli ve yabancı medyaya ilan edip durmuyor mu? Ankara'daki iktidar ve onun sivil toplumu muhafazakâr/İslamcı STK'lar, bu örgüt liderinin açıklamalarından hayli hoşnut değil mi? Türkiye'nin desteğiyle Suriye içinde eylemler düzenleyen 15 bin silahlı adam 1000'in üzerinde güvenlik görevlisi ve sivili öldürmedi mi?

Ankara, Suriye'de düzenlenen terörist eylemlere yardım ve yataklık etmiyor mu?

Kara propaganda kaynağı ve yalan fabrikası muhafazakâr medyanın, hiç silahlı örgütlerin Suriye sokağında döktüğü kandan sözettiğini işittiniz mi? Hakkaniyete riayet etseler, hiç olmazsa gazetecilik yapsalar muhafazakâr medyada bir kez olsun isyancıların ve terör örgütlerinin (kendi çektikleri onlarca videoda izlediğimiz) cinayetlerini, bombalamalarını ve öldürdükleri insanları görürdük değil mi? Muhafazakâr Ankara'nın ve onun sivil toplumunun, isyancıların döktüğü kandan hiç bahsetmemesi büyük yalanların mimarı olmalarındandır.

Suriye'de isyancılarla Şam yönetimi arasında yaşanan silahlı çatışmalar iç savaşın hazırlık aşamasıdır. İsyancılar ve silahlı örgütler ülkeyi iç savaşa sürükleyerek NATO müdahalesini mümkün kılmak istiyor. Libya modelinin Suriye'de de tekrarlanacağına büyük umut besliyor. Suriye'de isyancıların kontrolündeki kurtarılmış bölgelerde NATO'yu çağıran gösteriler düzenleniyor. Rejimin öldürdüğü isyancıya ağlayıp, isyancının öldürdüklerine sevinmek siyasi bir tercih olabilir, ama öncelikle bir insanlık trajedisidir ve siyasetin çirkin yüzünü temsil eder. Ama görünen o ki Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu, isyancılara ve silahlı örgütlere tam destek vererek Suriye'de bir an önce iç savaş çıkması için insanüstü gayret harcıyorlar. Fakat bütün bu çabalarına karşın bu maceradan elleri boş dönebilirler. Hatta tersine, Suriye'de iç savaş çıkartmaya uğraşan Ankara'nın çılgınlığı ve maceracılığı Türkiye'nin ağır bedeller ödemek zorunda kalmasıyla da sonuçlanabilir.

Suriye'ye hamle hatası, Türkiye'yi Rusya, İran, Çin, Hizbullah, hatta Hamas'la karşı karşıya getirdi. Ankara, kelimenin tam anlamıyla duvara tosladı. Muhafazakâr iktidarı yerinden etme kapasitesi hayli yüksek Suriye krizi, sadece siyasi iktidarı değil, onun sosyal iktidarını da süpürebilir.

Politik bir değerlendirme yapmak gerekirse, Suriye meselesi AK Parti iktidarının sonunu getirecek vehamette sonuçlara yolaçabilir. Erdoğan, ABD'nin tehdidi ile savaş riski arasına sıkışmış gözüküyor. ABD'nin, Erdoğan'ı, PKK/KCK'nın Türkiye'de "Arap baharı" görüntüleri sahnelemesine göz yummakla tehdit etmesi tek seçenekli bir riskti. Bu tehditten korkup "Libya'da NATO'nun ne işi var" noktasından, "NATO neden Suriye'de yok" noktasına savrulan Erdoğan, Suriye meselesinde rol üstlenmekle şimdi çok seçenekli riskle yüzyüzedir. Ankara'nın yapması gereken ABD'nin tehdidine boyun eğmemesi ve Suriye'ye hücum etmemesiydi. Bu kapıyı açmakla büyük hata yaptığını gerilim derinleştiğinde anlayacaktır. Erdoğan Suriye'ye yüklendikçe Kürdistanların genleşme kapasitesini besleyeceğini biliyor olmalıydı. Suriye, Irak, İran Kürdistanları genleştikçe Ankara köşeye sıkışacak ve içine kapanacaktır. Bugünlerde gördüğümüz çıkışlarıyla Ankara son hamlesini yapıyor olmasına rağmen Şam henüz harekete bile geçmedi. Şam harekete geçtiğinde iktidarı sarsacak gelişmeler birbiri ardınca patlak vermeye başlayabilir.

Suriye eksenli büyük krizin sarsıcı sonuçlarından AB(D) mi Ankara'yı koruyacak? Gerçekten AB(D)'nin kendilerini himaye edeceğini mi düşünüyor muktedirler?

Lafı dolandırmayalım: Ankara'nın Suriye'ye saldırmaya rampa olması, tetikçilik yapması veya bunun adı her neyse, bu asla Türkiye'nin kararı değildir. Bu nedenle muhafazakâr iktidarın bu siyasetine rıza göstermeyen herkes, 1 Mart 2003 örneğinde olduğu gibi sokaklara dökülüp Ankara'nın savaş kararından sorumlu ve mutlu olmadığını dünyaya duyurmalıdır.

Suriye krizi Türkiye'nin krizi değildir. Bu büyük gerilim, muhafazakâr iktidarın ve onun sivil toplumunun başımıza bela ettiği bir felakettir. Bunun sorumlularının, krizlerini alıp gitmelerinden başka temennimiz olamaz!

Yoğun kara propaganda ve medya kampanyasının sis bulutundan başını çıkarmayı başarıp soluklanabilen aklın karşısına onlarca soru çıkacaktır:

Suriye'de yaşanan iç gerilim ikili ilişkiler bakımından Türkiye'yi ilgilendirmediği ve Türkiye, Suriye yönetiminin isyancılarla uzlaşması ve barışın sağlanması işinde ancak arabulucu ve iyiniyet elçisi olabileceği halde Ankara neden aylardır Suriye ile savaş hali varmış gibi bir hava estiriyor?

Ankara'nın Suriye konusunda ilkesel ve ahlaki bir tutumu olmadığı halde (ilkeyi takip ettiğini kanıtlayacağı Bahreyn, Suud ve Yemen katliamlarına hiçbir tepkisi ve tavrı yok çünkü!) sesini yükseltmesinin sebebi nedir?

Erdoğan'ın, Şam tarafından hiçbir şekilde muhatap alınmadığı ve konuyla ilgili olmadığı halde Şam'a bağırıp çağırması isyancılarda ve silahlı örgütlerde Türkiye menşeli silahların ele geçirilmesinden olmasın sakın!

Suriye'ye Amerikalıların mesajını taşıdığı suçlamaları karşısında "Biz postacılık yapmayız" diyen Dışişleri Bakanı Davutoğlu, Suriye lideri Esed, Davutoğlu'nun kendilerine her geldiğinde Amerika'nın tehditlerini aktardığını ifşa ettiğinde neden "yalan söylüyor" diyemedi?

Muhafazakâr iktidar ve onun sivil toplumu neden Suriye'ye yaptığı gibi Suud'un, Bahreyn'in, Yemen'in döktüğü ve dökmeyi sürdürdüğü kan için kampanyalar yapmıyor, masum halkı kurtarmaya neden koşmuyor?

Neden Suriye ile savaş varmışçasına saldırgan bir dil kullanılıyor da Suud, Bahreyn ve Yemen katliamlarına sitem bile edilmiyor?

Bahreyn'de barışçı sokak protestolarına karşı Bahreyn kralı katliamla karşılık verirken ve bununla da yetinilmeyip Suudi saltanatıyla birlikte sultanlar çetesi sokakta katliam yaparken, bırakalım kınamayı, buna itiraz bile edilmemesi Ankara'nın ilkesel davrandığı iddiasını yalanlamıyor mu?

Suriye'deki olaylara ilişkin mebzul miktarda videoyu dolaşıma sokanlar, Bahreyn'de Sünni sultanın güvenlik güçlerinin camileri tahribatını ve Kur'an-ı Kerim'leri paramparça edip etrafa savurmasını teşhir eden video görüntülerinden neden köşe bucak kaçıyor?

Madem Suriye yönetiminin isyancıların kanını dökmesi bu kadar kanınıza dokunuyor, Erdoğan, elinin kanıyla Ankara'ya gelmiş Bahreyn katilini el üstünde tuttuğu, krallar gibi ağırlayıp afiyetle misafir ettiğinde içinizdeki kan neden alevlenmedi, neden buna hiçbir itirazınız olmadı?

Şam yönetiminin Ramazan günü çoluk çocuk öldürdüğünden bahsedip duran Erdoğan, aynı Ramazan günü Suriye'deki silahlı örgütlerin kurtarılmış bölgelerde asker/polis ve sivil öldürdüğünü neden hiç görmedi? Libya'da, Türkiye'nin de içinde yeraldığı NATO'nun saldırılarında Ramazan günü çoluk çocuk öldürülürken Erdoğan bunu da görmüyordu. Başbakan'ın Suriye'de akan kana gerçekten üzüldüğüne, bu konuda samimi olduğuna inanacağımız bir tek örnek bulamıyorsak kabahat bizde mi?

Ankara'nın ve onun sivil toplumu muhafazakâr kesimlerin diktatörlerle büyük derdi varsa ve Suriye'deki tek parti rejimine bu nedenle şiddetle karşılarsa neden Suud, Bahreyn, Yemen ve diğer saltanat diktalarına tek kelimelik sitemleri yok?

Neden Suriye'deki tek parti rejiminden (Biz Suriye ile iyi ilişkilerin tek parti rejimine onay ve teyit anlamına gelmemesi gerektiğinden sözederken onların on yıl boyunca ağızlarına dahi almadıkları tek parti rejiminden!) ağızlarını doldurarak bahsediyor ama Suud ve diğer saltanatları üzecek tek kelime etmiyorlar?

Bugünlerde Mısır'da, "Arap baharı"yla yollarını ayırdıkları için Washington destekli ordu tarafından katledilen devrimcilerin dökülen kanı karşısında Erdoğan'ın Mısır ve Amerikan yönetimine kabadayılık yaptığını işiten var mı? Suriye'yi işgal ve istila ihalesinin yanına Mısır ilave edilmedikçe Tahrir'de dökülen kana sesi çıkmayacak mı?

Sultanlar sofrası Arap Birliği'nin, kurtarılmış bölgelerde terör estiren örgütlere hiçbir ikazı ve çağrısı olmamasına Ankara'nın neden itirazı yok? Arap Birliği, Şam yönetiminin geri çekilmesini istemekle, örgütlere, kurtarılmış bölgelerin sayısını arttırma fırsatını doğurtmaktan başka ne istiyor?

Ankara'nın Suriye'de çözüm diye savunduğu şey, silahlı örgütlerin rahat eylem düzenlemesi için güvenlik güçlerinin çekilmesi mi?

Arap Birliği Suud'a, Bahreyn'e, Yemen'e baskı ve katliamları durdurma çağrısı yapmamakla bu beldelerin sokaklarında katliamın devam edebileceğini söylemiş oluyor ve Ankara'daki iktidar da bunu canı gönülden destekliyor. Ankara'nın en önemli dayanağı ve meşruiyet gerekçesi durumundaki sultanlar sofrası Arap Birliği'nin saygı duyulacak, meşru ve makul bir tek kararı ve çağrısı var mı?

Ankara'nın Bahreyn, Yemen ve Suud'daki baskı, zorbalık, tiranlık ve katliamlara neden itiraz etmediğini her dile getirdiğimizde önümüze bu ülkelerin Türkiye'ye sınırı olmadığı gibi akla zarar bir izah konuyor. Oysa Ankara, Suriye politikasını sınır komşuluğuyla değil, ilkeyle temellendiriyor. Ankara ilke ve ahlak nedeniyle Suriye'de yaşanan olaylara karışıyor olsaydı Bahreyn, Yemen ve Suud'da yaşananları itinayla bir kenara ayırmazdı.

Ayrıca Suriye'de yaşanan çatışmalarda isyancılara destek olmak, onları himaye etmek, silahlandırmak ne demek oluyor? Müslümanların kanını döken silahlı örgütlere yardım ve yataklık mı edeceğiz? Suriye, Türkiye menşeli silahları teşhir etmeye başladı. Ankara girdiği bu çıkmaz sokaktan nasıl kurtulacak?

Muhafazakâr ana akım medya, batılı kara propaganda ve yalan fabrikalarının hoparlörlüğünden başka ne yapıyor? Kim kimin mecrasında akıyor? Tel Aviv merkezli laik operasyoncular mı muhafazakârların/İslamcıların, yoksa muhafazakârlar/İslamcılar mı onların? Tabii ki ikincisidir! Öyle olmasa, mesela Türkiye'ye kaçmaya zorlanan veya teşvik edilen 15 bin Suriyelinin 8 bini geri döndüğünde Türkiye'ye kaçışlarının manşet olması gibi geri dönüşlerinin de en az o kadar gazetecilik ilgisini uyandırması gerekmez miydi? Suriye'ye geri dönen 8 bin kişi haber bile olmadı!

Ankara'nın da, onun itaatkâr sivil toplumunun da Suriye sokağında dökülen kana üzüntüsü sahtedir. Gözettikleri tek hedef, AB(D) kampanyasının zafere ulaşmasıdır. Bu yüzden Suriye'nin normalleşmesi, işgal ve istila edilememesi, Direniş'in (Hamas, Hizbullah, İran) bu kampanyadan güçlenerek çıkması korkulu rüyaları haline geldi, Suriye'nin işgal edilmemesi onlar için adeta bir kâbustur!

İçinde yüzdükleri çelişki denizinde gayet mutlu görünen NATO'cu İslamcılar/muhafazakârlar, "NATO'cu" ithamını iftihar sayacak yüzsüzlüğe erdiler. Suud, Bahreyn ve Yemen'de dökülen kanı umursamayan, bunu hatırlatanı ise Baasçılıkla suçlayan güruh, utanmazlık yarışmasının açık ara galibidir. Washington'un sâdık, mûti, mûnis, itaatkâr bağlılarına göre eğer NATO'cu değilsek Baasçıyızdır. Çünkü sömürgecilere karşı Müslüman beldelerin hukukunu, namusunu ve bağımsızlığını savunmayı akılları almıyor artık. Dış baskıyla değişim doktrinini öyle içselleştirmiş durumdadırlar ki, yaşadıkları yabancılaşma, değerler hiyerarşisini de, psikolojilerini de, akıl sağlıklarını da altüst etmiş ve ruhlarını zehirlemiştir.

Muhafazakârın Türkiye siyasi tarihini hep "dış güçlerin baskısıyla değişim" doktriniyle okuması kendi siyasi ve toplumsal iktidarına meşruiyet arayışıdır.

"Dış güçlerin baskısıyla değişim" doktrini, muhafazakâr zihne sömürgeleşmeyi meşrulaştırma imkânı bahşediyor.

"Dış güçlerin baskısıyla değişim" doktrini, Türkiye'yi de, çevre ülkeleri de işgal, istila veya gönüllü sömürgeleşmeyle değiştirmeyi öngörüyor.

"Dış güçlerin baskısıyla değişim" doktrininin çatışmasız teslimiyet modeli, Türkiye'de muhafazakârın siyasi ve toplumsal iktidarıdır. Sömürgeciler, "dış güçlerin baskısıyla değişim" doktrininin çatışmasız teslimiyet modelini Müslüman beldelere örnek gösteriyor.

"Dış güçlerin baskısıyla değişim" doktrininin çatışmasız teslimiyet modeli olan Türkiye, aynı zamanda çevre ülkelere kırk katır-kırk satır tehdididir. Ya teslimiyet modeline boyun eğecekler ya da Afganistan ve Irak gibi işgal facialarını yaşamaya hazır olacaklardır.

Washington-Tel Aviv lobisinin sıklıkla dile getirdiği, "Suriye'de tek parti rejimi var da, Suud özgürlük cenneti mi?" sorusu sömürgeleşmiş zihinde sultanlıklara da müdahale edilmesi içindir. Batı dünyasının diktatörlükler arasında tercihte bulunmasındaki çifte standart, sömürgeleşmiş zihinde müdahalenin ayrımsız olması gerektiği anlamına gelir. Bu çifte standarda biz de itiraz ediyoruz ama bizim Suriye'yi hedefe koyan batının, zorba sultanlıklara imtiyaz tanımasına yönelttiğimiz itirazımız, batının kötü niyetini teşhir içindir, yoksa Washington-Tel Aviv lobisi gibi "dış güçlerin baskısıyla değişim" doktrinine itikat eden İslamcı/muhafazakâr çevrelerin müdahaleyle değişim fikriyatına destek için değil.

Muhafazakâr/İslamcı ruhun kirlenmişliği, "dış güçlerin baskısıyla değişim" doktrininde neyin yanlış olduğunu sorabilecek boyutlardadır.

Şam'ın, "dış güçlerin baskısıyla değişim" doktrinine meydan okuması üzerine muhterem Reisicumhurumuz Suriye'nin çıkmaz sokağa girdiğini buyurdular. Oysa çıkmaz sokağa giren, muhafazakârın elindeki politik Ankara'nın bizzat kendisidir. Fazilet Partisi'nin genel başkanlığına aday olduğunda "Biz yenilmiş bir medeniyetin çocuklarıyız" diye söze giren teslimiyetçilik Türkiye'ye ve insanlığa ne vadedebilir? Yenilmişliği peşinen kabul etmiş ruhlar, Suriye'ye de sömürgeciliğe teslim olma çağrısı yapıyor. "Yenilmiş bir medeniyetin çocuklarıyız" mesajıyla işaret fişeği çakılan, "dış güçlerin baskısıyla değişim" doktrinine teslimiyet idi.

"Dış güçlerin baskısıyla değişim" doktrininin Türkiye modelinde iktidara ilişik aydınların davranış stili de sömürge çağındaki aydınlar gibidir. Washington'a sadakatle tâbi laik ve dindar aydınların laflarına kananlar, Arap sokağını Suriye meselesinde ABD yanında sanabilir, Arap sokağının ABD işgal sancağına hayran olduğunu sanabilir. Halbuki tam aksidir: Arap sokağı, "Libya'ya müdahale eden NATO Suriye için neyi bekliyor" diyen Erdoğan'dan nefret güzergahında koşar adım ilerliyor.

Arap sokağı da, Türkiye sokağı da işgalci NATO'dan nefret ediyor, işgalci ABD'den nefret ediyor, NATO ve ABD bayrağının altında söz söyleyen işbirlikçi herkesten nefret ediyor. Türkiye sokağının muhafazakâr iktidara sömürgecilerle işbirlikçiliği konduramaması ve yakıştıramamasını NATO'cu politikalara destek zannedenlerin gafleti ölçülebilir mi? "Keşke bilebilseydiniz!" (Tekasür 5)