Dirilmek,Akif Ve Bediüzzaman

Dirilmek,Akif Ve Bediüzzaman

Eğer Akif yanlarında olmasaydı, Bediüzzaman koşturmasaydı milli mücadele olayı büyük sıkıntılar çekerdi.

"Fenzurilasari rahmetullahi keyfe yühyilarde ba'de mevtiha inne zalike lemühyilmevta ve hüve ala külli şeyin kadir." (Rum Suresi, 50 Ayet)

Mehmet Akif bu ayetin önce mealini verir: "Allah'ın asar-ı rahmetine bir baksana: Toprağı öldükten sonra, tekrar nasıl diriltiyor? İşte o Allah bütün âlemleri muhakkak diriltecek, hem o her şeye kadirdir."(Safahat, s. 205)


Akif de Bediüzzaman da seyretmekten hoşlanırlar: Akif, yürümeyi ve âlemi seyretmeyi, seyrettiklerinden ilahi, sanatsal sonuçlar çıkarmayı sever, aynı şekilde Bediüzzaman da hayatın her devresinde bir ilahi sanat galerisi olan arzı dolaşır, o sanatın önde gelen öğelerine bakar ve onlardan çok farklı yorumlar çıkarır. Akif bir müfessirdir, yani Kur'an yorumcusudur. Safahat isimli eserinde bazı metinlerin başına ayet ve hadisler alır, onları şiirler ile izah eder. O şiirle, sanatla Kur'an ve hadisleri yorumlar. Yukarıdaki ayeti bir gözlemci nazarıyla tabiata bakarak bazı sonuçlara varır.

Çık da seyret baharın cuş-i rengârengini;
Nefh-i Sur'un dinle mevc a mevc olan âhengini!
Bir yeşil kan, bir yeşil kan yağdırıp, kudret yere:
Yemyeşil olmuş feza; gömgök kesilmiş dağ dere
En kısır toprak doğurmuş, emzirir birçok nebat
Fışkırır bir damlacık ottan, tutup sıksan hayat
Dün kemikten külçe halindeydi her çıplak fidan
Bak. Ne sağlam kan, bugün dolgun yüzünden damlayan!
Dün kudurmaktaydı ormandan cahimi bir zefir
Aşiyan tutmuş, bugün her dalda Perran bir safir!
Dün nigehbaniydi milyarlarca ziruhun sübat;
Silkinip çıkmış o mahbesten bugün bir kâinat
Dün ne matemdeydi âlem! Yer hazin gökler hazin
Sur-i fıtrattır bugün: Fıtrat bugün sahra Güzin!
İşlemiş kırlarda yer yer kudretin feyyaz eli
Öyle yapraklar ki sun'undan: Gidip bir görmeli! (Safahat, s. 206)

Bülbül, Çanakkale Şehitleri ve İstiklal Marşı büyük şiirlerdir, ama Mehmet Akif'in hamasi ve hamiyet yönünü gösteren şiirlerdir. Akif denince çok zaman onlar akla gelir, ama koca Akif bu şiirler değildir. Bunlar Safahat isimli o muhteşem eserin birkaç sahifesidir. Mehmet Akif bizim tefsir geleneğimiz içinde bir Kur'an yorumcusu ve müfessirdir. Birçok ayeti yaşadığı dönemin olayları ile bağlantı kurarak biraz da ciğeri yanmış bir mümin olarak yorumlar, çareler düşünür, bir doktor gibi hasta cemiyete sunar ilaçlarını.


Bediüzzaman'la Akif'in her ikisi de milli mücadelenin içinde büyük görevler yapmışlardır. Akif elinde Sırat-ı Müstakim klişesiyle Anadolu'yu dolaşmış halkı, milleti gafil avlamaya çalışan insanları ikaz etmiş ve başarmışlardır. Eğer Akif yanlarında olmasaydı, Bediüzzaman koşturmasaydı milli mücadele olayı büyük sıkıntılar çekerdi.


Akif'in baktığı ve yorumladığı ayetler ile Bediüzzaman'ın baktığı ayetler farklıdır. Yukarıdaki ayete hem Akif yönelir ve yorumunu yapar, hem de Bediüzzaman.


Akif, baharın çok renkli coşkunluğunu seyretmeye okuyucusunu davet eder. Tıpkı ayetteki gibi o da "fenzur" bak der, seyret der. Eğer bakmak, görmek, seyretmek ve insan gözü olmasaydı bu kâinat sineması boş sıralara oynardı. Hayretsiz, temaşasız kâinat olmaz, manası olmaz, o sinema bir gün yaşamaz. Bediüzzaman; "Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder." der. Kalkın dünyanın büyük estetikçileri! Böyle bir söz söylemediyseniz, bu adamın etrafında hayretinizi gizlemeyin. Ruhu yaratan, ötede bilinmezlik perdeleri arkasında olan ve eserini kâinat şeklinde belirleyen Allah, Sonra eseri ile insan ruhu arasında bir yol çizmesi gereğini duyan Allah, kendi ile kulu ve kainat arasında g ö z ü bir köprü olarak yaratmış. Demek göz ruhun penceresi, ne kadar büyük bir mühendis, insan binasına göz gibi bir pencere yerleştirmiş. Bina harika, göz ondan daha harika. Kainat demek göz demek, göz olmasaydı, birbirini anlamayan iki mana ummanı kainat ve insan. İki bilinmeyen. Ruh, âlemi seyretmek için Rabbinden bana senin sanatına açılan bir kapı ve pencere ver Allah'ım demiş ihtiyacının dili ile Allah da ona gözü vermiş. Bak; "Güzelliğin bütün meratibini gören insan gözü" diyor Bediüzzaman. Bir de gözün arkasına güzellikten anlama bilimi yerleştirmiş. Biz kâlû belâda güzeli görmeyi ve anlama dersini almışız, doğduğu gün suya düşen ördek yavrusu, yüzmek ile daha önce tanışmıştı, gözünü dünyaya açan insan kâinatın en büyük olayını gerçekleştiriyordu. Göze ne kadar büyük bir misyon yüklemiş onu yaratan, düşünmekle içinden çıkılacak gibi değil. Biz ona ne gayeler yüklemişiz, onun da içinden çıkılacak gibi değil. Ama Bediüzzaman misyonunu yitirmiş gözü bir k a v v a d a benzetir. Kötülüklere yönlendiren bir menhus şahıs, nereden nereye. Biz onu yarattık sonra esfel-i safiline attık. Göz bakarsan ruhun penceresi, ilahi sanat galerisinin estetik yorumcusu, yoksa fenalıkları örgütleyen bir pis adam. Bediüzzaman neler düşünmüş neler, neler, neler.






Bunu düşünürken Nebiyyi Zişan'ın gözü geldi aklıma, ne göz Allah'ım. Cebrail'i Hira'da gören göz. Allah ile mülakat eyleyen göz, o an neler hissetti, bize hissettir di mi yoksa, sizin haddiniz mi o büyük mülakat anında hissettiklerimi hissetmek, kuru ekmekle yetinen, ne bilsin başkasını. Mirac'ın bin türlü harika olaylarını gören göz, Hz Ebubekir'i, Hz İsa'yı gören göz onu tasvir eder. Hazreti İbrahim'i tasvir eder, Hz Musa'yı tasvir eder. Ondan önce gördüklerini anlatır, görmenin de sultanı, büyük seyirci. "Beytü'l-Makdis'de işimi bitirince Mirac'a götürüldüm. Ben ondan daha güzel bir şey asla görmedim. Ölünüzün ölme zamanı gelince gözlerini ona doğru uzatır. Arkadaşım Cebrail beni oraya yükseltip göğün kapılarından bir kapıya ulaştırdı. O kapıya Hafaza kapısı denir. Onun kapısında meleklerden bir melek vardır ki adı İsmail'dir. Emrinde on iki bin melek vardır, Onlardan her bir meleğin emrinde de on iki bin melek vardı" (Siret-i Hişam, s. 130)






İbrahim, Musa ve İsa (AS)'ları anlatır: "İbrahim gelince arkadaşınıza (yani Ebubekir'e) ondan daha çok benzeyen bir adam, arkadaşınızın da ondan daha çok benzediği başka bir adam asla görmedim. Musa gelince esmer, uzun boylu, hafif sakallı, kıvırcık saçlı, yumru burunlu bir adamdı. Sanki Şenve kabilesinin adamlarına benziyordu. Meryem'in oğlu İsa, ise kısa ile uzun boy arası, kırmızımsı renkte, düz saçlı, yüzünün siyah benleri çokça bir adamdı. Sanki o hamamdan çıkmış gibiydi. Başında su olmadığı halde sanki başından su damlıyormuş gibi görünüyordu." (Siret-i Hişam, s. 131) Cennette peygamberin gözü sergilenmeli, insanlar bu onun dünyadaki gözü diye onun ihtişamını görmeli, hatta arkasına geçip o göz ile bakabilmeli, ne yapalım zihin öyle istiyor.







Akif şiirinde âlemdeki canlanmayı anlatır, ölü olan kâinatın semadan inen yeşil bir kan ile nasıl canlandığını, ölümden hayata nasıl geçtiğini anlatır. Haşir sabahı Sur düdüğü nasıl bütün ölmüşleri diriltecekse baharda da canlılar o şekilde dirilmektedir. Toprak ana doğurduğu yavrularını emzirmektedir. Kışta kemik gibi duran varlık birden canlanmıştır. Yokluğun hüznündeyken varlık birden varlığın neşesine bürünmüştür. Yapraklar bir sanat eserine dönüşmüştür, şair insanları onlara gidip görmeye teşvik eder. Şair, ayetin emrettiği gibi ölümden hayata geçişi gözlemleri ile bize yansıtır.







Yukarıdaki ayet Bediüzzaman'ın en önemli eserlerinden olan Haşir Risalesinin kudsi kaynağıdır. Bu ayet Bediüzzaman'ın zihninin ivicaclarında dolaşa dolaşa dışarıya Onuncu Söz olarak çıkmıştır. Onuncu Söz'de anlatılanlarla bu ayet arasındaki anlatım ustalığı Bediüzzaman'ın bir konuyu elle tutulur hale getirmedeki büyük uzmanlığını gösterir. Önce öldükten sonra dirilmeyi kafası ve aklı kaldırmayan bir adam ile diyologlar vardır. Gerek anlatıcı, gerek arkadaşını çıkmazdan kurtarmaya çalışan Bediüzzaman'ın sözcüsü olan aklıselim sahibi kahraman bir şahsı haşri anlayacak hale getirmek için büyük emek ve gayret sarfederler. O anlayışsız adama Bediüzzaman; " Sersem adam" der. Ama onun kafasının içindeki anlamama hastalığı geniş bir muhitten gelmektedir. O temsili bir şahıstır. Kötülükleri emreden, anlayışsız nefis ile ona karşı deliller sunup onu durumundan kurtarmaya çalışan kalp bu olumsuz şahsın kafasında yer alır. Sadece bununla kalmaz, ahireti anlamayan felsefe tarihindeki birçok bahtsız filozof da bu sersem adamın kafasında temsil edilirler. Kuran'ın talebeleri ile felsefenin talebeleri de bu ikili bahiste karşı karşıyadırlar ve sersem adamın kafasında yer etmişlerdir. Müslüman ümmeti ile küfür milleti de bu ahiret konusunda birbirinin tersi şeyler düşünürler. Bediüzzaman kurmaca bir şahsın kafasına ilim tarihini, felsefe tarihini, psikoloji ve inkâr tarihini, şeytanın macerasını yerleştirmiştir. Onun tedavi etmeye çalıştığı tip yüzlerce anlayışsızlığı kafasında taşıyan bir acayip canlıdır. Ama Bediüzzaman bu kurmaca şahsa metin boyunca merhamet eder onu rencide etmeden tedavi, rehabilite eder. Bediüzzaman o adama cevap verirken Marks'a da cevap verir, Niçe'ye de, İbn-i Sina'ya da. Şahıslarla konuşmayı adet edinmiş olan Bediüzzaman dünya üdebası gibi olumsuzlukları anlatarak değil, olumsuzluğa çare tipler geliştirir. Hugu bir kürek mahkûmu ile dinin ne olması gerektiğini anlatır. Hiç kimsenin kabul etmediği bir kürek mahkûmunu bir papaz kabul eder, ama o şahıs papazı da mahcub eder, papaz yine onu refüze etmez, kabul eder, din ve kahraman kazanır. Yani o demek ister ki, din öyle bir uygulama olmalıdır ki en olumsuz insanı bile bağrında yer tutmalıdır. Bediüzzaman ise olumsuzluğun kafaya yerleşmiş ve hastalığa dönüşmüş olan fikir zincirini tedavi eder. Hastalığın kaynağını öldükten sonra dirilmeyi anlamama da görür. Tolstoy Diriliş romanında kahramanını diriltir, önce iğfal edip topluma saldığı bir biçareyi çok sonra kurtarmak ister, güya dirilir. Bezidüzzaman ise dirilişi öldükten sonra dirilmeyi anlamayan bir adama yaşatır. Bediüzzaman ne kadar büyüktür hayret verici. İşte büyük adamlar zinciri, ama konunun hakkını veren, onu en edebi şekilde anlatan kim? "Zalike lemühyil mevta" hakikati o kadar büyük bir mantık süreci ve seyri ile anlatılır. Akif dirilmeyi, seyrettiği tabiattaki ölüm ve hayat seyirleri ile anlatır. Bahsin arkasında Akif konuyu sosyalleştirir.







Bediüzzaman halin kötülüğünde kalıp konuyu kısa bir sürenin karnında bırakmaz. O bahsi evrensel muhite taşır, yıl 1913 Akif bu şiiri o zaman yazmıştır. Savaş ve olumsuzlukların bir milletin üstüne yığıldığı bir devir, Akif ayetin tabiata yansıyan diriliş modunu anlattıktan sonra kendinin hala dirilemediğini anlatır.







Öyle ama gördüğüm elvah-ı şevkin rağmına, yani beni heyecana getiren tabiattaki dirilmelerin inadına, bende hala zevke benzer duygu yok, hala yine! "Bin değil, yüz bin bahar indirse, hatta asuman, hiç kımıldanmaz benim ruhumda kök salmış hazan" Bediüzzaman hiçbir zaman ümidini kaybetmez, sürgünde iken bütün olumsuzluklara rağmen yıllardan beri kafasında biriktirdiği, mayalamaya bıraktığı haşir hakikatini gelecek nesillerin imanı için ortaya çıkarır. Olumsuzluklar da kalmaz.







Dem çeker bülbül, benim beynimde baykuşlar öter
Sonra karşımdan geçer, bir bir yıkılmış laneler
Aşinalık yok hayalin konsa en bildik yere
Yâd ayaklar çiğniyor. Düşmüş vatan yâd ellere
Başka ses bilmem muhitimden enin eyler huruş
Beklerim dinsin bu matem, beklerim olmaz hamuş
Ah tek bir aşiyandan bin yetimin nalesi
Yükselirken dinleyen insan mıdır bülbül sesi?

Kendi dirilmeyi unutmuş ruhunun yanında milletin de hissizliğini ölüm gibi anlatır.

Duygusuz olmak kadar dünyada lakin derd yok;
Öyle salgınmış ki melun: Kurtulan bir ferd yok!
Kendi sağlam" hissi ölmüş, ruhu ölmüş milletin
İşte en korkuncu hüsranın, helakin, heybetin!

Sonra Akif toplumsal körlük ve ölülüğü diriltmesi için Allah'a döner sitemle karışık ondan canlanma ister. Tıpkı topraklar gibi.

Ey ölüm renginde topraktan hayat i'la eden
Bir yığın toprak da olsak sade çiğnenmek neden?
Başka tiynetler mi hep şayan olan ihsanına?
Bir nesim ister kımıldanmak için canlar bugün;
Bir nesim olsun İlahi" canlanır kanlar bütün
Nevbaharın ruhu etsin bir de bizlerden zuhur"
Yoksa artık Sur-ı İsrafil'e kalmıştır nuşur" (Safahat, s. 206)

İşte sanatçılar ve aralarında fark, işte ölüm ve diriliş farklılıkları.


Ahmet Nebil Soyer / risalehaber