Edebiyat Aynasında Cahiliye Düşünceleri
Suruşun Kuran hakkındaki röportajı teessüf ve teessürümü arttırdı. Düşündüm ki, sapma açısı her geçen gün daha da artıyor. Zihnime takılan soru şu oldu ki, medrese ve üniversiteden el almış bu kişiden böylesine faydalananlar hangi unsurlardır?
CAFER SUBHANİ/Edebiyat Aynasında Cahiliye Düşünceleri
Danimarka medyasında tecelli eden Batılıların İslam düşmanlığı tam da zirve yapmışken, haberlere göre Danimarka'da bir grup, heykel sanatı yoluyla İslam karşıtlığına kalkışmakta ve hakaretamiz karikatürler yayınlayarak ve film gösterimleri yaparak Hz. Peygamber'i ve Kur'an'ı dünyanın gözünde çirkin göstermek istemektedir. Böylesine hassas şartlarda Abdulkerim Suruş'la Hollanda radyosunun Arapça bölümünde yapılmış bir röportajın Âfitabnews internet sitesinde 3 Şubat 2008'de yayınlanmış Farsça çevirisini okudum.
Kesin bir delil olmadan bu söyleşide okuduğum görüşün yüzdeyüz ona ait olup olmadığını söyleyemem. Fakat bu yayın karşısında sessiz kalmasını bağışlanamaz bir günah olarak görüyorum. Batılı mülhidlerin İslam karşıtlığına ve Müslümanları yalnızlaştırmaya bel bağladıkları koşullarda, İslam muhitinde, ulema ve bilginler arasında yetişmiş ve uzun süreler konuşmaları İran medyasını süslemiş biri, kalkmış mevcut Kur'an'ın Peygamberin zihninde imal edildiği manasına gelecek sözler sarfediyor ve Peygamberin, Kur'an'ın yaratılmasında eksen role sahip olduğunu öne sürüyor.
2005 Aralık'ında Suruş'a bir açık mektup yazmış ve orada onun imamet ve hilafet meselesindeki zihin sürçmelerine dikkat çekmiştim. Bu vesileyle ondan bir kez daha İslam milletinin kucağına, özellikle de ulemanın arasına ve medreseye dönmesini istemiş; bu gibi hayhuylar ve laf kalabalıklarının geçici olduğunu ve deniz dalgası gibi, kısa bir süre sonra ortalığın durulacağını ve geriye ancak hak ve hakikatin kalacağını bilmesi gerektiğini söylemiştim. Bu pederane nasihat içeren mektubun onun üzerinde etkisi olacağını sanıyordum. Bu mektubu okuyanlar, mektubun yazılmasından duydukları memnuniyeti ifade ediyorlardı. Fakat Suruş'un Kur'an hakkındaki röportajı teessüf ve teessürümü arttırdı. Düşündüm ki, sapma açısı her geçen gün daha da artıyor. Zihnime takılan soru şu oldu ki, medrese ve üniversiteden el almış bu kişiden böylesine faydalananlar hangi unsurlardır? O nurani çehresi ve tatlı beyanıyla bir dönem Nehcul Belağa müderrisiydi. Hutbe-i Hammam'ı öylesine insanın içine işleyecek şekilde yorumlardı ki, ne oldu da bütün bunlardan uzaklaştı.
Bu girişi bir kenara koyalım, bu açık mektubu yazmakla ve onun görüşlerin eleştirmekle onun ıslah olması umuduyla bir kez daha pencere açmayı deneyelim. Ümidimiz odur ki, bu mektubu okuduğunda tekrar İslam ümmetinin kucağına döner.
Şüphe mektebi ya da "sofizm"
M.Ö. beşinci yüzyılda kadim Yunan'da, herşeyden, hatta kendi varlıklarından ve kendi dışlarındaki varlıktan bile kuşku duyan bir grup türeyerek bu acaip fikir ve inançlarını ortaya atmaya başladılar. Sofist düşüncenin gelişmesi bir süre Yunan tefekkürüne galebe çaldı. Lâkin Sokrat, Eflatun ve Aristo gibi bilgeler aracılığıyla bu düşüncenin hayatına son verildi. Zira onların polemiklerini açığa çıkararak sofiste hastalığını bitirdiler. Aristo, mantık bilimini toparlayarak insanlığa gerçekçi bir düşünce sistemi sunabildi. Zikredilen bilginler insanlığın düşünce birikimine değerli hizmetler sunmuş olmalarına rağmen çok geçmeden "bilinmezcilik" adı altında bir başka ekol ortaya çıktı ve gerçekliği inkar mektebi, Piron (Phyron) (MÖ 365-275) eliyle mutlak kuşku mezhebine dönüştürülmüş oldu. Fakat o da pek uzun sürmedi ve tarihe gömüldü.
Şeyhurreis ve ondan sonra Sadrulmüteellihin gibi İslam filozoflarının bu konuda etkileyici açıklamaları vardır. Meraklıları bununla ilgili olarak "İslam Felsefesinde Bilmek" isimli kitabımıza bakabilirler.
Batının son ayağa kalkışında kuşku ekolü "bilimsel görünüm"le bir kez daha ortaya çıktı ve Batının bir grup filozofunun himmetiyle, felsefenin sağlam binasına bir kat daha çıkmak yerine yine bu binayı yıkmaya çabaladılar. Maharetleri şuydu ki, heryerde kuşku ve tereddütten sözediyorlardı ve Furûğî'nin ifadesiyle, "İngiliz filozoflarının hüneri, o zamana kadar inşa edilmiş olan felsefenin yüksek binasını, yerine bir şey koymaksızın yıkmaktan başka bir şey değildi."
Şüphenin kesin bilgiye (yakîn) giden yolun güzergahı olduğu ve insanın ancak kuşku duydukça kesin bilgiye ulaşacağından bahsetmenin yeri burası değildir. Fakat şüphe, kesin bilgiye köprü olduğu takdirde güzeldir. Kavramsallaştırırsak, şüphe güzergah olmalı, ikametgah olmamalıdır. Ama ne yazık ki bu grubun şüphesi, bir güzergah ve geçit değil, ikametgahtı.
Kuşkucu düşüncenin doğurduğu bir başka hastalık da, en küçük bir delil ve dayanağı olmaksızın ortaya fikir atmaktır. Ne zaman kendilerine "Kanıtınız nedir?" sorusu sorulsa derler ki, "I think (sanırım)". İyi de neden böyle düşünüyorsunuz? Hangi dayanakla?
Delil ve dayanak sorusu yasaktır!
Şeyhurreis şöyle der: "Birisinin sözünü delilsiz ve dayanaksız kabul eden kişi, insanî fıtrattan kopmuş demektir." Fakat ne yazık ki bu hastalık (delilsiz fikir öne sürmek), bir dizi hamasi konuşmayla zaman içinde yaygınlaşır. Oysa ki Kur'an'ın mantığı şudur: "De ki: Delilinizi getirin!"
Suruş, açtığı önceki tartışmada (imamet ve hilafet) imamlar hakkında ipin ucunu kaçırmıştı. Fakat burada daha da ileri gidiyor, dizginlerinden boşalmışcasına vahiy ve Kur'an'ın harimine giriyor. Allah'tan, artık bu sınırda durmayı ve daha da ileri gitmemeyi nasip etmesini diliyorum. Yoksa, Allah korusun, ahiret saadetini kaybedebilir. (Bunu cidden niyaz ediyorum, yoksa bundan ötesine geçerse artık tehlikeye düşmüş olacak)
Görüşün özeti
Gerçek şu ki, Suruş görüşünü açıklarken ihtilaf ve çelişkilere düşüyor. Bu nedenle de görüşünün çevresini belli bir noktada toparlayabilmek ve bir tek nazariye haline getirebilmek mümkün olamıyor. Bir diğer ifadeyle, hem nalına, hem mıhına öyle vuruyor ki bir noktaya itiraz etseniz hemen oradan kaçabiliyor. Burada, serdettiği görüşü birkaç başlıkta nakledeceğiz.
1. Şairlerin tecrübesi gibi bir tecrübe
Suruş şöyle diyor: Vahiy ilhamdır. Bu, şairlerin ve ariflerinki gibi bir tecrübedir. Gerçi Peygamber onu daha üstün bir seviyede tecrübe eder. Günümüz modern zamanlarda vahyi şiirin metaforlarından yararlanarak anlıyoruz. Nitekim Müslüman filozoflardan biri, vahyin şiirin üstün derecesi olduğunu söylemiştir.
Tahlil
Bu nazariye yeni bir görüş değildir. Hatta Mekke müşrikleri de Kur'an'ı böyle yorumluyor ve diyorlardı ki: "Nasıl ki İmrulkays, ilhamın ışığında bazı mana ve lafızlar yaratıyorsa Muhammed de aynı yolla ayetlerin anlam ve lafızlarını üretiyor." Açıkça görülüyor ki onların "şiir"den kastı, manzum şiir değildir. İster nazım, ister nesir kalıbında olsun insanın tefekkür yoluyla bulup çıkardığı ve tahayyül ettiği şeylere şiir diyorlardı. Kur'an bu görüşlerini naklediyor ve onu eleştiriyor:
"Biz, hiçbir mecnun şair için ilâhlarımızı bırakır mıyız?" diyorlardı. (Saffat 36)
Kur'an yine şöyle buyurur:
Yoksa onlar, "Bir şâirdir, zamanın felaketlerine çarpılmasını gözetliyoruz." mu diyorlar? (Tur 30)
Bazen Kur'an'ı üç yolla izah ediyorlar ve onu Peygamberin düşüncesinin ürünü sayıyorlardı. Kimi zaman şöyle diyorlardı: "Darmadağınık düşünceler". Bazen diyorlardı ki, "Allah'a yalan isnat ediyor". Nihayet şöyle diyorlardı: "Kendi hayallerini bu şekilde dile getiren bir şair":
Onlar: "Hayır, bunlar karışık rüyalardır; yok, onu kendisi uydurdu, yok o bir şairdir" dediler. (Enbiya 5)
Kur'an, bu görüşü eleştirirken şöyle der:
O bir şair sözü değildir, siz çok az inanıyorsunuz. (Hakka 41)
Onlar, Peygamberi şairlerle aynı safa yerleştirmişlerdi. Bu makalede bahis konusu ettiğimiz Suruş'un görüşü de bundan fazlası değildir.
Her ne kadar "daha üstün seviyede" dese bile esas itibariyle aynı menşeden kaynaklanmaktadır.
Eğer şairlerin kendiliğinden, peygamberin ise Rububiyet makamından ilham aldığını söylüyorsa, bu durumda, bu ikisinin birbirine atıfla zikredilmesi aykırı bir referans gösterme şeklidir ve netice itibariyle muhal bir benzetmedir.
Bu bir yana, bu görüşün delili nedir? Acaba bu görüşe dayanak olacak bir kanıt var mıdır? Maalesef bu söyleşi, baştan sona, ispat için hiçbir delil gösterilmeksizin bir dizi tasavvur ve kavramın artarda sıralanmasından ibarettir. Kur'an, söylendiği gibi, üstün seviyede sayılarak da olsa bir şiir düşüncesi kabul edilse, acaba neden benzeri bir sure getirilmesi için meydan okumuştur? Hangi şair ömrü boyunca meydan okuyup şöyle diyebilir: Kıyamete kadar bir tek kişi bile çıkıp benim dizelerime benzer bir şiir ortaya koyamaz!
Burada görüşün sahibine şöyle söylenebilir: Kur'an hakkındaki bu yorum ve izahınız, bir tür şiir tecrübesinden başka bir şey değildir. Yani arkasında herhangi bir gerçeklik olmaksızın bu düşünceyi kendiniz geliştirmiş, zihin sayfanıza düşürmüş ve kaleme döküp dile getirmiş oluyorsunuz.
Eğer gerçekte şiir, şair ve bu saftakiler ölümsüz bir değerden yoksunsa sizin sözünüz de aynı kırattadır.
2. Peygamber Kur'an'ın yaratıcısı ve üreticisidir
Başka bir konuda da şöyle diyor: "Şiir metaforu bu noktayı açıklamada yardımcı olabilir. Peygamber tıpkı bir şair gibi, dışarıdan bir gücün onu etkisi altına aldığını hisseder. Ama gerçekte -veya ondan bile üstün, o halin ta kendisi- Peygamberin şahsı her şeydir: Yaratıcı ve üretici. Bu ilhamın içeriden mi, yoksa dışarıdan mı olduğu tartışmasının gerçekte burada anlamı yoktur. Çünkü vahiy zemininde iç ve dış arasında farklılık ve ayrım bulunmamaktadır."
Tahlil
Bu kelimeler ve cümleler, görüş sahibinin, Kur'an'ı Peygamberin (sav) deruni şahsiyetinin tecellisi olarak gördüğünü ortaya koyuyor. Teknik tabirle buna "vahy-i nefsî" deniyor. Peygamberler konu olduğunda vahyi içsel şahsiyetin tecellisi olarak izah etmek, ilkin müjdeci gruplar, yani keşişler ve oryantalistler tarafından ortaya atıldı. Hepsinden çok Dermenghem bu sahada epey toz kaldırmış biridir. O, çocukça gayretlerle istiyordu ki Kur'an için bazı kaynaklar göstermek istiyordu. Bunlardan biri de deruni şahsiyetin tecellisi fikriydi.
Ortaya attığı nazariye hakkında şöyle yazmıştı: "Muhammed'in deruni aklı, ya da bugünkü tabirle onun batıni şahsiyeti, şirkin temelsizliğini anlamıştı. Peygamberlik makamına ulaşmak için Allah'a ibadete yöneldi ve Hira mağarasında ibadet için inzivaya çekildi. Orada vicdanındaki iman yüksek derecelere ulaştı, düşüncelerinin ufku genişledi ve bakışaçısı iki katına çıktı. Bu aşamada öylesine güçlendi ki halkı hidayete ulaştırmak için gerekli liyakati elde etti. Kesin bilgiye (yakîn) erişinceye dek sürekli düşünce halindeydi. İşte bu, Allah'ın onu insanlığa hidayet için gönderdiği peygamberliğin ta kendisidir. Bu bilgiler ona gökten inecek şekilde ve bu hitabı Yüce Allah Cebrail aracılığıyla göndermiş olarak görünüyordu. " (Muhammed'in vahyi, s. 86)
Şairlerin hissettiği ile peygamberlerin hissettiğini birbirinden ayıran, Suruş'un konu etmeye gerek görmediği şeydir. Şairler, ilhamın kaynağını içsel, peygamberler ise ilhamın kaynağını dışsal görürler. Fakat ne yazık ki bu çok önemli ayrım noktasını Suruş hayli basit ve sıradan kabul ediyor ve şöyle diyor: "Bu ilhamın içeriden mi, yoksa dışarıdan mı olduğu tartışmasının gerçekte burada anlamı yoktur." Halbuki bu ilham arasındaki bariz farklılık tam da buradadır.
Felsefi meselelerde ve irfan konusunda elleri pek güçlü olmayan kişiler, bu iki tür ilham ve iki tür his arasındaki sınırı birbirinden ayıramazlar. Bu nedenle Rasulullah'ın zamanındaki müşrikler de bu iki hissiyatı arasındaki farkı kavrayacak güçte olmadıkları için dışarıdan ilham alan birinin nasıl olup da insanları hidayete ulaştırmaya memur edildiğini düşünüyorlardı. Kur'an bu düşünceyi onların ağzından şöyle nakletmektedir:
"İnsanları ikaz et ve inananlara Rableri nezdindeki yüksek makamları müjdele, diye içlerinden bir adama vahyimizi göndermemiz onlara tuhaf mı geldi? Kâfirler dediler ki, hiç şüphesiz bu besbelli bir sihirbaz!" (Yunus 2)
Muhalif gruplar tüm zamanlarda "Muhammedî vahiy"le mücadele etmek için bazı izahlar ve tasavvurlara öne sürdüler. Ama bu geçersiz izahlar ve yorumların tümünün mahiyeti bütün zamanlarda birdi, aynıydı. Günümüzde de Ebu Cehil ve Ebu Süfyanvâri töhmetler, yakıştırmalar, onlarınkinin aynısı yorumlar ve ikazlar sadece elbise değiştirerek, yeni ürünmüş gibi ve bilimsel araştırma adı altında takdim edilmektedir.
3. İçerik Allah'tan, lafızlar Peygamberden
Nazariyenin sahibi, önceleri genel olarak ve ayrıntılı
biçimde, Kur'an'ın üretilmiş olduğunu, Peygamberin de Kur'an'ın yaratıcısı sayılması gerektiğini dile getiriyordu. Ama bu söyleşide bir yerde şöyle diyor:
"Peygamber, bir başka şekilde de vahyin yaratıcısıdır. Onun Allah'tan aldığı, vahyin mazmunu, muhtevasıdır. Ama bu muhtevayı, aldığı biçimiyle halka sunamaz. Çünkü o muhteva, halkın anlayabileceğinden çok yüksek ve hatta kelimelerin de ötesindedir. Bu vahyin sureti yoktur. Peygamberin vazifesi, sureti olmayan bu muhtevayı, herkesin ulaşabileceği bir surete büründürmektir."
Bu görüşünde içerik ve anlamları Allah katından kabul etmekte, ama şekil ve sureti Peygamberin yarattığını öne sürmektedir. Netice itibariyle de lafızların güzelliği ve ifadelerin sağlamlığında ortaya çıkan Kur'an mucizesinin bir bölümünü inkar etmekte ve sadece anlamları Allah katından bilmektedir.
Bu durumda Kur'an, Allah ile Peygamberin ortak işi olmaktadır. Zira anlamlar Allah'tan, suret ise Peygamber katındandır. Adeta sermayesi Allah'a, kuruluşu Peygambere ait bir limited şirket gibi.
Burada sormak gerekir ki bu görüş, öncekinden daha aşağıda bir teori midir? Çünkü ilk görüşte, Allah'la zayıf bir bağlantı dışında herşey Allah'ın Rasulündendi. Fakat burada suretsiz manalar Allah katından, döküm ve suret ise Peygamberdendir!
Yine sormak gerekir ki, işin böyle ortaklaşa yapıldığına dair deliliniz nedir? Acaba kâdir-i mutlak Allah, anlamları indirmeye kâdirdir de suretleri yapmaya gücü yetmez mi?
Bunlar bir yana, Kur'an'ın bizzat kendisi bu görüşün aleyhine tanıklık etmektedir. Zira defalarca Peygambere mesela şöyle buyurmaktadır: "De ki: O bir tek olan Allah'tır." Yani anlamlar da, suretler de Allah katındandır.
4. Peygamberin hayatına hakim olan şartlar, Kur'an'ın üreticisidir
Bu görüşün sahibi, Peygamberi bağımsız olarak Kur'an'ın üreticisi kabul etmekte ve şöyle demektedir: O her şeydir, eksen role sahiptir, bazen de Allah ve Peygamber arasında bir tür ortaklığı ortaya koymaktadır. Ama kimi yerde de şunu demek istemektedir ki, Peygamberin hayatına hakim olan şartlar bu kavram, fikir ve anlamların üreticisidir. Diğer bir ifadeyle, zamanı, bu ürünü, mahsülü (Kur'an-ı Kerim) ortaya çıkaran şey saymaktadır:
"Bütün bir hayatı; babası, annesi, çocukluğu ve hatta ruhsal halleri bunda rol sahibidir. Kur'an'ı okurken hissedersiniz ki, Peygamber kimi zaman mutluluk ve neşe içindedir. Halbuki bazen de hüzünlü olduğu çok açıktır. Sözleri ve ifade biçimi oldukça basit ve sıradandır. Bütün bunlar Kur'an metninde etkisini göstermiştir. Bu, vahyin tamamen beşeri yönüdür."
Şimdi şunu sormanın tam sırasıdır: Suruş bu ifadeyle Kur'an'ı yüzdeyüz beşeri bir kitap olarak göstermek istiyor. Yani hayatlarındaki koşullar yazıları ve ifade biçimleri üzerinde tamamen etkili olan diğer müellifler gibi varsayıyor. Bir diğer ifadeyle, eğilimler ve kültürler onun oluşmasında kesin olarak etkilidir. Eğer gerçekten böyleyse, o zaman neden Muhammed'in Rabbi bütün bunları reddediyor da Kur'an'ın yaratılmasında vahiyden başka hiçbir unsuru etkili kabul etmiyor ve şöyle diyor:
"O, hevâdan konuşmaz. O vahyedilenden başkası değildir. Onu, müthiş kuvvetleri olan biri öğretti." (Necm 3-5)
Kur'an'ın beşerî bir kitap olduğundan dem vurmak yüzlerce ayetle çelişmektedir. Bu ayetlerden bazıları şunlardır:
1) "Eğer o Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı." (Nisa 82)
2) "Bu Kur'ân öyle büyük bir kitaptır ki, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için onu sana indirdik." (İbrahim 1)
3) "Muhakkak ki, biz onu anlayasınız diye Arapça bir kitap olarak indirdik." (Yusuf 2)
4) "İndirdiğimiz mübarek bir kitaptır bu." (En'am 92)
Bu apaçık ifadelere rağmen nasıl olur da Kur'an'ı beşerî bir kitap telakki edebilir ve insan yapımı kabul edebiliriz? Oysa Muhammed-i Emin'in (sav) doğruluğunda ve doğru sözlülüğünde hiç kimsenin tereddüdü yoktur.
Yanlış anlamalar ve bilgi hataları
Burada Suruş'un, hiçbir delil göstermeksizin dört ayrı şekilde ifade ettiği görüşünü esastan ele aldık. Ayrıca kendi arasındaki çelişki bu görüşün temelsizliğinin en açık kanıtıdır.
1) Şöyle diyor:
"Günümüzde çoğu müfessir, Kur'an'ın sadece Allah'ın sıfatları, ölümden sonra hayat, ibadet kuralları gibi dini konularda hatasız olduğunu düşünüyorlar. Vahyin, bu dünyaya ve insan toplumuna ilişkin meselelerde hatalı olabileceğini kabul ediyorlar. Kur'an'ın tarihsel olaylar, diğer dinler ve yeryüzüne dair pratik mevzular üzerine söyledikleri doğru olmak zorunda değildir. Bu müfessirlerin çoğunlukla çıkardıkları sonuç şudur ki, Kur'an'daki bu tür hatalar Peygamberin nübüvvetine halel getirmez. Çünkü Peygamber, kendi dönemindeki halkın bilgi düzeyine "inmiştir" ve onlara "kendi döneminin dili"yle hitap etmiştir."
Öyleyse soralım: İslam müfessirlerini konuyla ilişkilendirmek üzere kullandığı "çoğu" ve "çoğunlukla" ifadelerinde geçenler hangi müfessirlerdir ki ondört yüzyıl boyunca Kur'an'ın hayatla ilgili meselelerde hatalı olabileceğini itiraf etmişlerdir? Acaba bunlar, müsteşrikler ve onların takipçilerinden başkaları mıdır? Acaba Kadiyanilerin başı ve mesela Mısırlı bazı yazarlar gibi ondan etkilenenler dışında kimse var mı bunlar arasında?
Bu bir yana, Kur'an'ın hatalı olması konusunda yapılan bu ayrımın anlamı nedir? Peygamber nasıl oluyor da tabiat ötesi konularda yüzdeyüz gerçeği yansıtıyor ve hakikati ortaya koyuyor, ama somut ve nesnel meselelerde gerçeğe aykırı söz söylüyor? Bir müfessir bir ayet hakkında kendi görüşünü söylediğinde bu, herkesi bağlayacak bir delil oluşturmaz. Kur'an, Peygamberin bilgisini en büyük ilahi lütuf sayar ve şöyle der:
"Sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfu büyüktür." (Nisa 113)
Kur'an'ın büyük kabul ettiği bir bilgi, nasıl olur da hata içerebilecek ikinci kısım bilgi sayılabilir?
2) Bunun ardından bir adım daha ileri gidiyor ve Peygamberin bilgisini şöyle niteliyor:
Benim başka bir görüşüm var. (") Onun bilgisinin, çağdaşı olan insanların yeryüzü, evren, genetik hakkındaki bilgisinden daha fazla olduğunu düşünmüyorum. Bugün bizim elimizdeki bilgiye sahip değildi. Böyle olması onun peygamberliğine herhangi bir zarar getirmez. Çünkü o Peygamberdi, bilgin veya tarihçi değil."
Şimdi soralım: Peygamberin bu konularda bilgisinin bulunmadığına ve bilgisinin, cahiliye Araplarının bilgisi seviyesinde olduğuna deliliniz nedir?
Burada Kur'an'ın ilmî mucizesi konusunda konuşmak istemiyoruz. Çünkü Kur'an'ın bilim mevzularındaki mucizesini "Mucizenin Sınırları" kitabında geniş biçimde anlatmıştık. Aziz Peygamber (sav) vahiy yoluyla, onun yerine geçen masum, yani Ali (a) Nehcul Belağa'da, onun oğlu Sahife-i Seccadiye'de, o günün ve dünün dünyasının tasavvur bile edemeyeceği bir dizi ilmî hakikatin üzerindeki perdeyi kaldırmışlardır. Bu kitaplardaki bütün bu ilmî gerçekleri inkar insafsızlığına bravo doğrusu! Sonra kalkıp mazeret getiriyoruz: O bir peygamberdi, bilgin değil. Yani peygamberdi, ama alim değildi; peygamberdi ama sırlara vakıf değildi.
Mutezile'yi itham
Nazariye sahibi, Kur'an'ı Peygamberin düşüncesinin ürettiğini öne sürdüğünden kendisine ortak ve yoldaş bulabilmenin peşine düşüyor. Gözüne Mutezile'yi kestiriyor ve bu iddiayı onlara nispet ederek şöyle diyor: "Kur'an'ın beşeri bir ürün ve potansiyel olarak hata içerebileceği inancı, Mutezile itikadında Kur'an'ın mahluk olduğuna dayanılarak ima yoluyla söylenmektedir."
Mutezile her ne kadar tarihe karıştıysa ve onlardan geriye dikkat çekici kimse kalmadıysa da vaktinde yazdıkları kitaplar elimizdedir. Hâşâ ve kellâ Kur'an'ı Peygamber'in (sav) fikrinin ürünü manasında mahluk, yaratılmış görmüyorlar. Esasında tartışma konusu, ikinci yüzyılda Hıristiyanlık tarafından Abbasiler hakkında ortaya atılmıştı. Soru şuydu: Kur'an "kadim" midir, yoksa "hâdis" mi? Bir grup, Kur'an'ın kadim olduğuna ve yaratılmadığına, diğer bir grup ise hâdis olduğuna ve yaratıldığına inanıyordu. Hadisçiler Kur'an'ı kadim kabul ettiler, Mutezile ise hâdis saydı. Çünkü onlara göre zâtı ile kadim olmak sadece Allah'a mahsus bir özellikti ve onun dışındaki herşey hâdis, yani yaratılmıştı. Onlardan biri de, Allah'ın fiili olan Kur'an'dır ve Allah'ın fiili, yaratılmış olmaktan ayrı bir şey değildir. Mutezile'nin Kur'an'ın mahluk olduğundan bahsetmesi, onu Peygamberin düşüncesinin yarattığı manasında değil, Allah'ın yaratmış olduğu manasındadır. Bu nedenle rivayetlerde ısrarla tekrarlanmıştır ki, Kur'an'ı ne kadim olarak nitelendirirler, ne de mahluk olarak. Çünkü kadim olduğunu söyleseler bir tür şirk olacaktır. Mahluk deseler düşman bunu suistimal ederek Kur'an'ı Peygamber'in yaptığını, uydurduğunu ve ürettiğini öne süreceklerdir. o nedenle Rasulullah'ın (sav) dönemindeki müşrikler tam da bu ifadeyi kullanıyor ve şöyle diyorlardı:
"Biz bunu başka bir dinde işitmedik, bu mutlaka bir uydurmadır." (Sad 7)
Mevlana ve arifleri itham
Suruş, yine tek başına kalmamak için Mevlana'dan medet umarak şöyle diyor:
"Kur'an, Peygamber'in zihin aynalarıdır. Mevlevi'nin sözünün özünde gizli olan şudur ki, Peygamber'in şahsı, onun halleri, iyi ve kötü vakitleri, bütün bunlar Kur'an'a yansımıştır."
Nispet etmek kolaydır da ispatlamak zordur. Çıkardığı bu sonuç Mevlana'nın hangi beytinde geçmektedir? Halbuki Mevlana yüzlerce beyitte tam da bunun aksini sarih biçimde ifade etmektedir:
Ona Allah'ın kitabı geldiğinde / Şöyle alay etti o kafirler:
Eskilerin masalları bu, uydurma efsaneler / Değil! Yüksek derinlik ve tahkik o
***
Kur'an Peygamberin dudaklarından dökülse de / Ama kim derse hakkı söylemedi, kafirdir
Mutlak o ses Padişahtan geliyor / Abdullah'ın boğazından çıksa bile
Müslümanlar için görev tayinidir
Suruş, sözünün sonunda günümüz Müslümanları için görev tayini yapıyor ve şöyle diyor:
"Günümüz Müslümanlarının görevi, Kur'an'ın özündeki mesajı zamanın akışına tercüme etmek olmalıdır."
Şunu sorabiliriz: Beşerî ve hatalı olabilecek bir kitap kabul ettiğiniz Kur'an'ı günümüzün diline tercüme ve tefsir etmeye ne ihtiyaç vardır? Bu şekilde bir hata örtmeye neden ihtiyaç vardır? Siz Kur'an'ı hatalı olabilecek ve beşerî bir kitap olarak takdim etmekle İslam toplumundan ayrılmış oldunuz, öyleyse artık sizin nasihatlerinize ihtiyaç yoktur. Nasihat edebilecek kişinin bu kesim içinde kalması icabeder. Ama gruba veda eden fert rehberlik, yol gösterme ve tavsiyede bulunma konumunu kaybetmiş demektir.
Sözün sonunda hatırlatmak isterim ki bendeniz bu mektubu büyük bir teessür ve teessüfle kaleme aldım. Fakat yine de bu söyleşinin olmadığını ve mütercim veya mütercimlerin doğru tercüme etmediğini umuyorum. Bu durumda da zâtıalinizin, bulanmış suyu tekrar berraklaştırmak için hatayı bertaraf etme yükümlülüğü vardır.
Ayrıca nazariye sahibinden dileğim odur ki, "Muhammedî vahiy" konusunda ve oryantalistler ile onların takipçileri tarafından ortaya atılmış benzeri yayınlar hakkında bu kalemin yazdığı "Yirmi üç yılın eleştirisi" başlıklı kitabımıza lütfen bakınız. O kitapta, bütün bu izahlar ve yorumların cahiliye çağının yargılarının başka bir versiyonu olduğu açıkça ispatlanmıştır. Gerçekte bu değerlendirmeler özde bir, görünüş ve ifadede iki ayrı şey gibidir. Varolan fark, risalet asrı Arabının, sadelik nedeniyle görüşünü çıplak biçimde dile getirmesiydi. Fakat ötekiler, aynı düşünceleri bilimsellik küpüne daldırıp renklendirmekte ve serâbı (serap), âb (su) olarak göstermektedir.