Emevî Sünnîliği"ne Karşı Muhalif Sunnilik
İslam tarihinin bütününe bakıldığında, Sünnîliğin -her ne kadar bugüne kadar böyle bir ayrım yapılmamış olsa da- Emevî Sünnîliği ve Muhalif Sünnîlik olarak iki ayrı başlık altında ele alınması mümkün...
ATİLLA FİKRİ ERGUN/Emevî Sünnîliği'ne Karşı Muhalif Sunnilik
Öncelikle İslam'a ve İslam tarihine bir bütün olarak baktığımı, her kim ve her ne olursa olsun hiç kimseyi, dolayısıyla istisnasız öne sürülen hiçbir düşünce ve görüşü yok saymadığımı önemle belirtmeliyim. Bu bakımdan "İslam'da mezhep falan yok, Peygamber'in mezhebi mi vardı?" vs. şeklindeki toptan retçi ve dışlayıcı yaklaşımların gerçekçi olmadığını, bu ve benzeri yaklaşımların tarihi yok saymak anlamına geldiğini, aynı şekilde bunun tarihî, ilmî, felsefî, kültürel birikimimizi ve toplumsal tecrübelerimizi hiçe saymak olduğunu, tek tipçiliği öngördüğünü, tek başına Hakikat'in bütününe vakıf olmak gibi bir iddia taşıdığını, dolayısıyla entelektüel hayatı dumura uğrattığını da açıkça ifade etmeliyim.
İslam tarihinde mezhepler vardır ve bunlar, siyasî, itikadî (Kelâm/İlm-i Tevhid) ve fıkhî açıdan İslam'ın farklı birer yorumundan ibarettir. Hiç kimse mezhep kurma niyetiyle hareket etmemiş, özel olarak mezhep kurmamış, ortaya konulan düşünce, yaklaşım ve pratikler süreç içerisinde sistematik hale gelmiş ve okullar teşekkül etmiştir. Pratikte her ne kadar tartışmalı olsa da tüm mezhepler Kur'an ve Sünnet'i referans almış ve her biri belli bir usûl ortaya koymuştur. Bu da demektir ki, aynı kaynaklardan hareketle farklı anlayışlara sahip olmamız ve farklı pratikler geliştirmemiz mümkündür. Nitekim Hz. Peygamber'in sağlığında dahi sahabe arasında algılama ve uygulama farklılıkları söz konusudur. Pek tabii gerek tarih içerisinde gerekse bugünkü anlayış ve uygulamaların doğruluğu veya yanlışlığı ayrı bir tartışmanın konusu.
Bu bağlamda günümüzde de henüz adı konulmamış veya farklı isimlerle tanımlanan birçok yeni mezhep bulunmaktadır ki, bu bakımdan "hâl-i hazırda insan sayısı kadar mezhep var" dersek yanlış yapmış olmayız. Ancak bunlar genel olarak usûlsüzlük üzerine bina edilmiş olmakla birlikte özellikle son dönemde İslam'ın iki temel kaynağından birisi olan Sünnet'in reddedilmesi gerektiğini savunan mezhepler ortaya çıkmıştır.
Konuyla ilgili dikkat edilmesi gereken en önemli husus, tarihî süreçte teşekkül etmiş bulunan mezheplerden herhangi birine bağlı olma zorunluluğunun bulunmayışıdır. Belli bir ilmî formasyona sahip olan herkes yeni bir usûl geliştirebilir. Buna karşın isteyen de mevcut ekollerden birini tercih eder veya farklı konularda farklı ekollerin görüşlerinden yararlanır. Asıl tehlikeli olan mezhepçiliktir ve şahsen ben, bu ve benzeri yaklaşımlardan hep nefret etmişimdir. Konuyla ilgili olarak daha kapsamlı bilgi için "Düşüncenin Mutlaklaştırılması Sorunu ya da Niçin İtham Ediliyoruz" başlıklı makalemizin II. Bölüm'üne bakılabilir.
Hal böyleyken bizim sabit tarihi gerçekleri inkâra dayanan "yok" anlayışını bir kenara bırakarak yeni bir yaklaşım denemesinde bulunmamız, bir yandan usûlü yenilerken, diğer yandan yaşadığımız coğrafyanın sosyo-kültürel ve sosyo-politik yapısını da göz önünde bulundurarak, yerel ve küresel güç odaklarına, otoriter ve totaliter rejimlere, servet ve iktidar sahiplerine, elhâsıl hâkim sınıfa karşı tarih içerisinde teşekkül etmiş bulunan muhalif damarı ortaya çıkarmamız gerekmektedir.
Malum, yaşadığımız ülkede halkın büyük bölümü Sünnî. Günümüz Türkiye'sinde iktidarın içeride ve dışarıda baz aldığı Teo-Politik model de Emevî Sünnîliği. Peki, tarih içerisinde Sünnîliğin başka bir tezahürü yok mu ya da Sünnîlik, bir bütün olarak Emevî Sünnîliği'nden mi ibaret? İslam tarihi üzerine kapsamlı bir okuma yapmamış olanların ve buna ek olarak toptan süpürücü bir mantıkla hareket edenlerin Sünnîlik algısı hiç kuşkusuz bu şekilde. Ancak tarih, bize bunun sağlıklı bir bakış açısı olmadığını gösteriyor.
İslam tarihinin bütününe bakıldığında, Sünnîliğin -her ne kadar bugüne kadar böyle bir ayrım yapılmamış olsa da- Emevî Sünnîliği ve Muhalif Sünnîlik olarak iki ayrı başlık altında ele alınması mümkün görünmektedir. Nitekim İslam tarihinde bütün siyasî, itikadî ve fıkhî mezhepler teori ve pratik itibariyle kendi içlerinde derinlemesine bölünmüşlerdir ve aslında bu açıdan teşekkül etmiş bulunan tüm ekollerin yeniden sınıflandırılması ve kendi içlerinde analiz edilmesi gerekmektedir.
Sahih ulemâ geleneğinin akamete uğradığı, resmî ve gayri resmî ulemânın -pek tabii "Müslüman aydınlar"ın da- servet ve iktidar sahipleriyle işbirliği yaptığı, Teo-Faşizm ve Teo-Kapitalizm temelinde şekillenen "yeni dönem"in elbirliğiyle dinî altyapısını oluşturdukları günümüz Türkiye'sinde, direnişçi ve devrimci ulemâ geleneğine ve -yaşadığımız coğrafyada Sünnîliğin hâkim olması itibariyle- muhalif Sünnî damara her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Nitekim tarih içerisinde bu yaklaşımın çok sayıda örneği mevcut.
Bu noktada öncelikle "Emevî" ve "Muhalif" Sünnîliği kısaca tanımlamamız gerekir. Emevî Sünnîliği, tarih boyunca Saray'ın, dolayısıyla hâkim sınıfın yanında yer almış, kendi kaderini iktidarın kaderine bağladığı için statükoyu muhafaza etmeyi amaç haline getirmiştir. Bu bakımdan Emevî Sünnîliği -ki, Ömer b. Abdulaziz gibi istisna isimler bu kategoriye dâhil değildir- İslam tarihi boyunca -Muaviye'den bugüne kadar- mevcut siyasî, iktisadî ve sosyal yapıya dinî meşruiyet kazandırmıştır. Bu doğrultuda hareket eden saray ulemâsı -ki, bunlar da İslam tarihinde ayrı bir sınıf teşkil ederler- ya açıkça siyasî bir tavır takınarak rejime fiilen destek vermiştir ya da rejimin lehine olacak şekilde susmuş, suya sabuna dokunmamış, deyim yerindeyse halkı uyutmuştur.
Muhalif Sünnîlik ise, Şiîlik ile Haricîlik arasında bir tutum sergilemiş, Ehl-i Beyt'e hürmet duymuş, Saray karşısında tehlikeli durumlara düşmekten çekinmemiş, reel politiği göz ardı etmemekle birlikte özellikle kritik zamanlarda ideal politik bir çizgi takip etmiştir. Muhalif Sünnîliğin önde gelen temsilcileri bağımsız kalmayı tercih etmiş, Saray'ın siyasetine alet olmamış, genel kabul gören ana doktrin itibariyle isyanlara fiilen katılmamış, ancak bunlara manen ve teorik açıdan destek vermiş, Saray'a sözlü muhalefette bulunmuş, bunun yanı sıra Ebu Hanife örneğinde de görüldüğü gibi isyanlara mali destek sağlamıştır.
Konuyla ilgili örneklerin sayısı oldukça fazla. Ancak ben burada hem konuya giriş teşkil etmesi bakımından hem de yazıyı makul bir uzunlukta tutmak amacıyla başta gelen -ve pek tabii genel kabul gören- dört tanesini zikretmekle yetineceğim ki, vereceğim örnekler Sünnîliğin dört büyük mezhebine ilişkin olması, dolayısıyla ana çerçeveyi teşkil etmesi itibariyle önemlidir.
Şunu da özellikle ifade etmem gerekir ki, zikredeceğim isimlerle ilgili olarak biri diğerini nakzeden çok sayıda rivayet bulunmaktadır. Buna karşın benim burada yapmaya çalışacağım şey, neticede birbiriyle uyum içerisinde olan tarihî bilgileri bir araya getirerek farklı bir bakış açısı ortaya koymak, meseleye farklı bir yorum getirmek, yukarıda da ifade ettiğim gibi yeni bir yaklaşım denemesinde bulunmak olacaktır.
Muhalif Sünnîliğin ilk temsilcileri, hayatlarının büyük bölümünde Emevî idaresi altında yaşadılar. Ebu Hanife (öl. H. 150) ve Malik b. Enes (öl. H. 179) başta gelen ilk iki isimdir. Ebu Hanife, Kûfe'de Re'y Okulu'nun ilk temsilcisidir. Birçok eser vermiş olmakla birlikte bize ulaşan eseri yoktur. Emevî idaresine karşı Zeyd b. Ali'nin kıyamına destek oldu ve onu mali açıdan destekledi. Zeyd b. Ali'nin savaşını Bedir günü Hz. Peygamber'in müşriklerle savaşına benzeten Ebu Hanife, onun yenilişine ve kendisiyle birlikte oğullarının şehid edilişine tanık oldu. Zeyd b. Ali'nin mağlubiyetinden sonra sözlü muhalefetini daha da sertleştirdi ve Emevî idaresinin teklif ettiği görevi reddetti. Vali İbn-i Hubeyre tarafından teklif edilen görevi reddettiği için tehditlere maruz kaldı. Kendisini ikna etmeye çalışan ulemâya verdiği cevap meşhurdur: "O adam benden Vasıt Mescidi'nin kapılarını saymamı dahi isteseydi yine kabul etmezdim. Nasıl olur da benden boynu vurulacak bir adamın yazısını imzalamamı istiyor? Allah'a yemin olsun ki, bu işe ebediyen girmeyeceğim!"(1)
İkna edilemeyen İmam, günlerce hapsedildi ve dövüldü. İbn-i Hubeyre, hapiste kaldığı süre içerisinde kararından döndürülemeyen Ebu Hanife'yi sonunda serbest bırakmak zorunda kaldı. İmam, serbest bırakılmasının ardından Hicaz'a gitti ve Abbasîler idareyi ele geçirinceye kadar orada kaldı.
Başlangıçta biat eden Ebu Hanife, Abbasî idaresinin bir müddet sonra Ali oğullarına zulmetmeye başlaması üzerine yeniden muhalefet bayrağını açtı. İmam, Irak'ta açıkça Muhammed Nefsu'z-Zekiyye'nin kardeşi İbrahim'e yardım edilmesi gerektiğini, bunun vacip olduğunu söylüyordu. Hatta El-Mansur'un komutanlarından bazılarını İbrahim'le savaşmaktan caydırmıştır. Yaşanan bir dizi olaydan sonra Emevî idaresi gibi Abbasî idaresi de Ebu Hanife'nin fetvalarını takibe aldı ve onu göz hapsinde tuttu. El-Mansur'un kurnazca bir plan yaparak görevi kabul etmeyeceğini bile bile Ebu Hanife'ye Kadılık teklif etmesi İmam için sonun başlangıcıydı. El-Mansur'un ısrarı karşısında direnen İmam'ın verdiği cevap ibret vericidir: "Kadılık teklifine karşılık beni Fırat'ta boğmakla tehdit etsen, boğulmayı tercih ederim!"(2)
Bunun üzerine El-Mansur, en azından hükümleri inceleyip isabetli olanları onaylamasını, isabetli olmayanları ise iptal etmesini istedi, ancak Ebu Hanife bunu da reddetti. Böylece İmam'a zindanın yolu
görünmüş oluyordu. Ebu Hanife'nin zindanda işkence gördüğü konusunda ihtilaf yoktur. Ancak zindan da işkence altındayken mi, yoksa salıverilmesinden kısa bir süre sonra mı öldüğü konusunda çeşitli rivayetler mevcuttur. Onun vasiyeti de başlı başına bir mesaj niteliğindedir: "Beni Halife'nin gasp ettiği ileri sürülen bir toprağa gömmeyin!"(3)
İmamiyye mezhebi, Cafer es-Sâdık'tan ders almış olan Ebu Hanife'yi kendi mensubu olarak kabul eder. Zeydîlik de Zeyd b. Ali'ye verdiği destekten ötürü onu kendi bağlıları arasında sayar.
İmam'ın yaşantısı, bugün gerek iş başında olup iktidarın nimetlerinden dibine kadar yararlananları gerekse iktidarın eliyle oluşturulmuş "yeni zengin sınıf"ı yalanlamaktadır. İmam ticaretle meşguldü ve hali vakti de oldukça yerindeydi; ancak o, gözü-gönlü tok birisiydi. Karunlaşmamış, zenginliği amaç haline getirmemiş, kişisel çıkarı için kullanmamış, mütevazı bir yaşam sürmüş ve kazancını gerekli olan yerlere harcamıştır. Ebu Hanife, Emevî ve Abbasî yönetiminden ücret kabul etmemiştir. Menakib-u Ebu Hanife, onun kendisini yıllık 4.000 dirhemle (bugünün parasıyla yıllık 60.000 TL, aylık 5.000 TL ile) sınırlandırdığını yazar. Tarih-u Bağdad adlı eserden Ebu Hanife'nin her sene yıllık kazancını biriktirip, bununla ilim adamlarının ve muhaddislerin ihtiyaçlarını karşıladığını öğreniyoruz. Onların ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra artan paraları onlara nakit olarak veriyor ve şöyle diyordu: "Bu paralarla diğer ihtiyaçlarınızı karşılayın ve Allah'a şükredin. Çünkü ben size yalnızca Allah'ın malı olan şeyi veriyorum."
Malik b. Enes, Medine'de Hadis Okulu'nun tek değil fakat baş temsilcisidir. Hayatının kırk yılını Medine'de Emevî idaresi altında geçirdi. Bize ulaşan tek eseri Muvatta'dır. Bazılarına göre, o, konuyla ilgili görüşü hakkındaki birtakım rivayetlerin aksine, her ikisinin hilafetini de meşru kabul etmekle birlikte Üçüncü Halife Osman ile Hz. Ali'nin faziletleri konusunda hüküm vermekten kaçınmıştır ki, bu, Sünnîlik açısından oldukça manidardır.
Saray Sünnîliği, onun isyanlara hiçbir şekilde fetva vermediğini söyler. Ancak H. 145'te Irak'ta ve Medine'de Abbasî idaresine karşı patlak veren isyan sırasında, şiddet kullanılarak, bir başka ifadeyle zor yoluyla alınan hiçbir biatin hukuken geçerli ol(a)mayacağına dair verdiği fetva -ki, Hz. Peygamber'in bir hadisine dayanır- onun zımnen de olsa ayaklanmayı caiz gördüğüne işaret eder. İmam, fetvasını (söz konusu hadisi) ders halkalarında sürekli olarak tekrarlamış, idare tarafından fetvasını tekrar etmesi (bahse konu hadisi okuması) yasaklanmış, ancak bundan vazgeçmemiştir. Ayaklanma Muhammed Nefsu'z-Zekiyye'nin öldürülmesiyle sonuçlanmış ve İmam Malik de ağır işkence görmüştür. Nitekim Abbasî idaresi, İmam Malik'le yaşamı boyunca yakınlık kur(a)mamıştır.
İmam Malik'e göre, idarenin, kendilerini ilme ve halkı irşad etmeye adayan âlimlerin geçimlerini makul ölçüde sağlamakla yükümlü olduğu, buna istinaden onun ücret ve hediye kabul ettiği, ancak bu şekilde elde ettiği tüm geliri infak ettiği söylemişse de, bu rivayetler çelişkili görünmektedir. Zira onun kendine ait bir evi dahi yoktu. Daha önceki dönemlerde kendisine bir ev miras kalmışsa da bu evi satmak zorunda kalmış ve hayatının sonuna kadar kiracı olarak yaşamıştır.
Şafiî ise (öl. H. 204), İmam Malik'in öğrencisidir. Hayatının tamamını Abbasî idaresi altında geçirdi. O da Hadis Okulu'nun ileri gelen temsilcilerindendir. Bize ulaşan birçok eseri vardır. Muaviye ile Hz. Ali arasındaki olaylarda Hz. Ali'nin haklı, Muaviye'nin ise haksız olduğunu söylemiş ve Muaviye'yi "bağî" olarak nitelendirmiştir. Necran'da Kadılık yaptığı süre boyunca Vali'nin zulmüne engel olmuş ve onunla ters düşmüştür. Necran Valisi, Harun Reşid'e yazdığı mektupta şunları söyler: "Alevîlerden dokuz bin kişi harekete geçti. Ben bunların ayaklanmalarından korkuyorum. Ayrıca burada Muttalib soyundan gelen eş-Şafiî'nin torunlarından bir adam var ki, benden ne emir dinliyor ne de yasak. Bir savaşçının kılıcıyla yapamadığını o diliyle yapıyor."(4)
Şafiî'nin şu beyti meşhurdur:
"Rafızîlik eğer sevmekse Peygamber ailesini
İnsanlar ve cinler şahit olsun, Rafızî'yim."
İmam Şiîlikle suçlandı, zincire vurularak Bağdat'a gönderildi ve Harun Reşid'in karşısına çıkarıldı. Şafiî, etkileyici hitabeti ve Muhammed b. Hasan eş-Seybânî'nin (İmam Muhammed) tanıklığıyla kendisini kurtarabildi.
İmam Şafiî, Muhammed El-Bâkır ve Cafer es-Sâdık'tan hadis rivayet etmiştir ki, Şiî âlim Ebu Cafer et-Tûsî onu bu yönüyle övmüştür. İlginçtir ki, Şiî tarihçi Ebu'l-Ferec el-İsfahânî, Şafiî'yi, Zeydî İmam Yahya b. Abdillah'a bağlılıklarını bildiren âlimler arasında sayar. Ona göre, İmam Şafiî, Zeydî isyanı için asker toplamıştır. Aynı şekilde Şiî âlim El-Hillî de onu İmam Cafer'in öğrencilerinden biri olarak gösterir ve İsnâ Aşeriyye'ye bağlı kabul eder.
Ahmed b. Hanbel'e gelince (öl. H. 241), İmam Şafiî'nin öğrencisidir ve Sünnîlik içerisinde Hadis Okulu'nun önde gelen temsilcilerindendir. Eserleri bize kadar ulaşmıştır. Teorik açıdan Şiîlikle ilgili tutumu katıdır. Buna karşın o da muhalif bir duruşa sahiptir. Hayatı boyunca devlet görevi almaktan kaçınmış, hiçbir Vali ve Melik'ten ihsan kabul etmemiş, geçimini bedenen çalışarak temin etmiştir.
Ali Şeriati, İslam Ekonomisi'nde Tarih-i Belh'te geçen bir rivayeti aktarır ve onun bu duruşunu överek zikreder. Ahmed b. Hanbel'in oğlu Salih, Âbbasî döneminde bir yıl Belh'te Kadılık yapmış, daha sonra istifa etmiştir. İmamın oğluna karşı tutumu, bugün muktedirlerin sofrasına oturanları mahkûm eden cinstendir. Tarih-i Belh'te şu bilgilere rastlıyoruz: "Salih o kadar fakih, zahid ve Kadılıkta ustaydı ki, geceleri evinin kapısını açık bırakarak uyurdu. Bunu, zulme uğramış birisi gece yarısı muhtaç olursa gelebilsin diye yapardı. Ancak istifa etti ve Kadılık yapmaktan tevbe etti. Ahmed b. Hanbel'in evinde ekmek pişirilmişti. Ahmed sordu: 'Bu ekmek nasıl yapıldı?' Onlar 'Salih'in evinden hamur mayası alınarak yapıldı' dediler. Bunun üzerine Ahmed, 'Salih geçen yıl İsfahan Kadısı değil miydi?' dedi ve ekledi, 'Bırakın, o ekmeği yemeyin!' Dediler ki, 'Bir zamanlar İsfahan Kadısı olmuşsa ne olur, şimdi Kadı değil ya.' Ahmed şöyle dedi: 'Ekmeğin hamur mayası oğlumun evinden alınmış ise, o, bir zamanlar Kadı'ydı.' 'Ne yapalım?' dediler. Dedi ki, 'Saklayın, bir dilenci gelince ona verin. Ama ona hamur mayasının Salih'in evinden olduğunu söyleyin.' Ekmek evde kırk gün durdu ve bozuldu. Belh'te hiçbir dilenci istekte bulunmadı. Bir müddet sonra Ahmed tekrar sordu: 'Ekmeği ne yaptınız?' Dediler ki, 'Dicle'ye attık.' Ahmed b. Hanbel o günden itibaren ömrünün sonuna kadar Dicle'nin balığını yemedi."(5)
Buna ek olarak İmam Ahmed b. Hanbel'in Mihne olayları sırasında gördüğü işkenceleri ve direnişçi tavrını da zikretmek gerekir. Kur'an mahlûk mu, değil mi, bu ayrı bir tartışma konusu. Ancak unutmamak gerekir ki, Mihne olayları, kelâm kapsamındaki bir konuda ileri sürülmüş olan bir görüşün devletin resmî görüşü haline getirilerek zorla dayatılması sonucu vuku bulmuş ve yaklaşık on dört yıl boyunca zorbalığın her türlüsü sergilenmiştir.
Sonuç olarak Sünnîlik içerisinde kaderini devletin ve iktidarın kaderine bağlamayan, Saray'a yamanmayan, "ihsan" kabul etmeyen, özellikle kritik zamanlarda açıktan açığa tavır alan muhalif bir damar mevcuttur. Sünnîliğin önde gelen dört mezhebi tarihî süreçte aslında işlevsiz hale getirilmiş ve bu mezheplerin imamları da farklı bir çehreye büründürülmüşlerdir. Buna karşın yapılması gereken, toptan süpürücü bir yaklaşımla tarih, kültür ve geleneği tamamen yok saymak değil, sahih-muharref ayrımı yaparak, tarihî, ilmî, felsefî, kültürel birikimimizden, toplumsal tecrübelerimizden azamî oranda istifade etmek, olumlu örnekleri bulup çıkartmak ve muhalif damarı harekete geçirmektir. Bugün buna her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Umutla, itizalle ve devrimle...
-------------------------------------
Dipnotlar:
1- Muhammed Ebu Zehra , Mezhepler Tarihi, Çev: Sıbgatullah Kaya, Anka Yay., s. 362
2- Muhammed Ebu Zehra, a.g.e, s. 366; El-Hatibu'l-Bağdadî, Tarih-u Bağdad, 13/329
3- Muhammed Ebu Zehra, a.g.e, s. 366
4- Muhammed Ebu Zehra, a.g.e, s. 429
5- Ali Şeriati, İslam Ekonomisi, Çev: Kenan Çamurcu, Dünya Yay., s. 62-63
* Bu makalenin dört mezhep imamını konu alan bölümlerinde Sünnî ve Şiî kaynakların yanı sıra özellikle Muhammed Ebu Zehra'nın Mezhepler Tarihi (Anka Yay.) ve Henry Laoust'un İslam'da Ayrılıkçı Görüşler (Pınar Yay.) adlı eserlerinden yararlanılmıştır. İlgili bölümler yazıyı boğmamak için özet olarak notlandırıldı.