Erdoğan AB(D) Vesayet Sistemine Döner mi?
Türkiye'nin, 12 Haziran seçimlerinden çıkar çıkmaz bugünkü ağır kriz ve gerilim ateşinin ortasına düşmesinin tasvir ettiğimiz siyasi tabloyla alakası yok mudur?
Kenan Çamurcu
12 Haziran seçimleri, sadece Adalet ve Kalkınma Partisi'nin şaşırtıcı biçimde yüzde 50 oranında oy alarak sandıktan birinci parti çıkmasıyla değil, yüzde 80'in üzerindeki katılım ve Meclis'e oyların yüzde 95'inin yansıması nedeniyle de siyasi tarihin dikkat çekici seçimi oldu. 12 Haziran seçiminde, partilerin yürüttüğü kampanyalar ve vaatler bir yana, asıl sürekli tekrarlarla seçmenin algısına kazıdıkları kendi fotoğraflarına verilen siyasi desteği ölçmüş olduk. Bu açıdan bakıldığında AK Parti lideri, 2009'a kadar AB(D) vesayet sistemi içinde Washington-Brüksel eksenine çıpalı siyasal tercihi kendisine stratejik tema seçtiğinde bu siyaset 2009 yerel seçimlerinde yüzde 38'e gerilen oy oranıyla karşılık bulmuşken, AB(D) vesayet sisteminden çıkma niyetini beyan eden cümlelerin sıklıkla kurulduğu 2009'dan 2011 seçimlerine kadarki süre içinde seçmen algısındaki AK Parti fotoğrafının 12 Haziran seçimlerinde bu kez yüzde 50 oyla desteklendiği görüldü.
2009-2011 döneminin, AK Parti liderinin liberal batılıcılığın tüm kesimlerince ağır bir dille suçlanmakla; batıdan uzaklaşmak, AB sürecinden vazgeçmek, Türkiye'ye eksen kayması yaşatmak, batı tipi modernleşme ve demokratikleşmeye gereken önemi vermemek gibi ithamlarla eleştirilmekle geçtiğini hatırlıyoruz. Liberal batıcılık ve onların muhafazakar destekçileri, Başbakan Erdoğan'ın bu yeni tarzının batılı başkentlerde hoşnutsuzlukla karşılandığı ve artık hükümete eskisi gibi destek vermeyeceklerini her günün kara haberi olarak tekrarlamaktan hiç vazgeçmediler. Buna rağmen Erdoğan, yeni tarzını terketmemek bir yana, Amerikalıların (2000'lerdeki renkli devrimlere isim takma merakındaki gibi) "Arap baharı" adını verdikleri süreci alkışlamada çok istekli davranmayarak, hatta bununla yetinmeyip Strasbourg'da Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nde yaptığı konuşmada (Nisan 2011), açıkça, batılıların binlerce yıllık medeniyet birikimi olan kendilerine demokrasi ihraç edemeyeceklerini söyleyerek 12 Haziran seçimlerine gitti. Seçim sonucu, liberal batıcıların ve onların muhafazakar destekçilerinin değil, Erdoğan'ın seçmen algısına kazıdığı fotoğrafın toplumsal algıda yüzde 50'e varan oranda desteği olduğunu ortaya koydu.
AK Parti'nin hizmet siyaseti, icraatları, toplumsal hayatı kolaylaştıran uygulamaları, toplumun istikrar kararı gibi etkenler, Erdoğan'ın seçmen algısına sunduğu kimlik havuzunun içinde anlam kazanmış öğelerdir. Yani Erdoğan, liberal batıcıların arzu ve temenni ettiği gibi AB(D) vesayet sisteminde kalmayı vadeden kimlik tanımı ve fotoğrafıyla seçmenin karşısına çıksaydı ve 2009-2011 arasındaki yeni üslubunun yerine, yüzde 38 oy alabildiği 2009'a kadarki tarzına dönseydi maddi hayata dönük icraatlar ona yine yüzde 50 oy kazandırabilir miydi? Hayata ve toplumumuza (kendi felsefi inançları gereği) maddeci bakan liberal veya kemalist batıcılar böyle olacağını iddia ediyor. Biz ise toplumun beklenti, arayış, arzu ve ideallerine yaklaşan kimlik tanımına vurgu yaptığında AK Parti'nin oylarında tırmanış başladığının çok sayıda araştırmayla doğrulandığını iddia ettik ve nihayet seçim sonucu da bu iddiayı teyit etti. Başbakan Erdoğan, seçim boyunca bahsettiğimiz kimlik söylemi ile bariz biçimde kendini ifade etmeseydi ve sadece maddi hizmetleri anlatmakla yetinseydi aynı oyu alabilir miydi? Biz, Erdoğan'ın 12 Haziran seçim kampanyası boyunca AB(D) vesayet sistemi içinden konuşmamasının, aksine bu sisteme yer yer meydan okumasının mevcut oy oranının ortaya çıkmasını sağlayan iklimi, atmosferi ve münbit zemini oluşturduğunu, o zeminde de hizmetler ve icraatların büyük anlam kazandığını düşünüyoruz. Öyle olmasaydı ve seçmen kendisine resmedilen fotoğraf ve kimlik havuzu ile vaatleri ve projeleri birbirinden ayırarak oy kullanıyor olsaydı, AK Parti liderinin değil, CHP liderinin, kendi sunduğu kimlik havuzuna (Ergenekon'a himaye, yeni Türkiye'yi imha ve eski Türkiye'yi ihya mesajı, AB(D) vesayet sistemine yeşil ışık) rağmen vaatleri ve projeleri seçmen tarafından yüzde 50 ile ödüllendirilirdi. Çünkü Kılıçdaroğlu'nun vaatlerinin Erdoğan'ınkilerden çok daha yüksek ve fazla olduğu gerçektir. Ama seçmen, yüzde 26'da kalan oy oranıyla, kimlik tanımını benimsemediği CHP'nin vaatlerinin ve projelerinin de anlamlı olamayacağını göstermiştir. CHP'den kaçtığı varsayılan oyların da yine aynı kimlik tanımı bakımından değerlendirilmesini gerekli kılan, "yeni CHP"nin, "Kürt sorunu"nu AB(D) vesayet sistemi içinde çözmeye ikna olduğunu gösteren çok sayıda ve güçlü emarelerdir.
Türkiye'nin, 12 Haziran seçimlerinden çıkar çıkmaz bugünkü ağır kriz ve gerilim ateşinin ortasına düşmesinin tasvir ettiğimiz siyasi tabloyla alakası yok mudur?
Suriye'de gerginliğin tırmanması, Libya gibi Suriye'ye de müdahale edilmesi gereğinin bir anda Amerikalıların diline dolanması ve bu işte Türkiye'ye anahtar rol biçilmesi, Başbakan Erdoğan'ın Suriye konusunda sert açıklamalar yapmaya zorlanması, aniden Suriye sınırından Türkiye'ye göç başlaması, Erdoğan'ın İsrail'le uzlaşması yönündeki baskıların artması, BDP'nin bazı milletvekilliklerinin iptali, bunun üzerine BDP'lilerin tekrar "Arap baharı" söylemine dönerek Erdoğan'ı tehdit etmesi, CHP'nin Ergenekon tutuklusu milletvekillerinin serbest bırakılmaması vs. adeta Erdoğan'ı radikal ve kritik bir karar almaya zorlayan (AB[D] vesayetine dönme?!) baskı bombardımanı gibi gözüküyor.
İsrail'le barışma haberleri ve Suriye-Türkiye savaşı kışkırtmalarıyla Erdoğan'ın adım adım AB(D) vesayet sistemine iteklendiği açıktır. Sanki Erdoğan'ın (cumhur)başkanlığı yaklaştıkça ve halk desteği arttıkça kriz ve gerilimin çıtası da yükseliyor; Erdoğan'ın gücü arttıkça rakipleri de sürekli el yükseltiyor!
12 Haziran seçimlerinden sonra ortaya çıkan ağır kriz ve gerilimin baş aktörü PKK/BDP'nin siyaset havzasındaki tüm kesimlerin, "Arap baharı"na bu kadar çok atıfta bulunmasının hedefi Erdoğan'dır. Her ne kadar PKK bugüne kadar bölgesel işbirlikleriyle varlığını koruduysa da ve buna bakarak bugünkü yeni ittifak stratejisinde de yenilik görülmüyorsa da durum öyle değildir. PKK, ilk kez AB(D) vesayet sisteminin stratejik eksenine katılmayı kabul ederek "Arap baharı"nın parçası olmaya hazırlanıyor. PKK isyanı, Erdoğan'ı AB(D) vesayet sistemi içinde tutmak için liberal batıcılık eliyle araçsallaştıkça "Kürt sorunu" başlığından çıkacak; "Kürt sorunu" içinde gelişen PKK isyanı, Erdoğan'ı AB(D) vesayetine döndürme projesinde araçsallaşmaya boyun eğerse sorun başkalaşacaktır. Fakat PKK/BDP siyaset havzasında bu ilkesel sorunun bugün itibariyle gözardı edildiği anlaşılıyor. Muhtemelen PKK/BDP ufkunda şu anda baskın olan analiz, "Arap baharı" tarihsel ânının kaçırılmaması gerektiği, bunun için şeytanla işbirliği gerekse de buna katlanılabileceği yönündedir.
PKK'nin silahsızlandırılması meselesini tartışan TESEV raporu ile, Öcalan'ın liberal batıcılığın ve AB(D) vesayetinin yayın organı Taraf'a (ve oradaki Washington'un gözdelerine) selam göndermesini birarada okuyup "Arap baharı"na hakettiği manayı vermek gerekir.
Erdoğan'ı sandıkta yenemeyen tüm siyasi rakiplerin, "Arap baharı" sunamisinin Türkiye sahillerine vurabileceği tehdidiyle Erdoğan'ı AB(D) vesayet sistemine dönmeye zorlamanın yarattığı krizden kendilerine siyasi pay düşebileceği hesabını yaptığı bile düşünülebilir.
Başbakan Erdoğan, PKK/BDP'nin "Arap baharı" eksenine katılmasının ne manaya geldiğini ve hızla bir karar vermeye zorlandığını kestiriyor olmalıdır. AK Parti lideri ya AB(D) vesayet sistemine dönecek ve PKK isyanının harici yollarla çözüm biçimine boyun eğecek, ya da bu dayatmaya direnecektir. Erdoğan'ın AB(D) vesayet sistemine dönmeye direnmesi, "Arap baharı" eksenine eklenmeye karar vermiş PKK/BDP ile ya karşılaşmaya, ya da PKK/BDP siyasetinin yerli kalmasını sağlayacak bir çözüm sunmaya hazır olduğu anlamına gelir.
Netice itibariyle görünen odur ki, Başbakan Erdoğan eğer baskılara boyun eğer ve AB(D) vesayet sistemine dönerse elinde sadece ülkenin (cumhur)başkanlığı kalacaktır; içi boş, kof ve manasız! Erdoğan eğer AB(D) vesayet sistemine dönerse bugüne kadarki dışpolitikanın sağladığı güç, sükse ve para buharlaşacaktır. Türkiye hızla "eski Türkiye" olacaktır.
Ama tam aksine, Erdoğan AB(D) vesayet sistemine dönmeyi reddederse "yeni Türkiye" kaldığı yerden yoluna devam eder. Baskı tehdidinin de kağıttan kaplan olduğu görülür.
12 Haziran seçimleri, sadece Adalet ve Kalkınma Partisi'nin şaşırtıcı biçimde yüzde 50 oranında oy alarak sandıktan birinci parti çıkmasıyla değil, yüzde 80'in üzerindeki katılım ve Meclis'e oyların yüzde 95'inin yansıması nedeniyle de siyasi tarihin dikkat çekici seçimi oldu. 12 Haziran seçiminde, partilerin yürüttüğü kampanyalar ve vaatler bir yana, asıl sürekli tekrarlarla seçmenin algısına kazıdıkları kendi fotoğraflarına verilen siyasi desteği ölçmüş olduk. Bu açıdan bakıldığında AK Parti lideri, 2009'a kadar AB(D) vesayet sistemi içinde Washington-Brüksel eksenine çıpalı siyasal tercihi kendisine stratejik tema seçtiğinde bu siyaset 2009 yerel seçimlerinde yüzde 38'e gerilen oy oranıyla karşılık bulmuşken, AB(D) vesayet sisteminden çıkma niyetini beyan eden cümlelerin sıklıkla kurulduğu 2009'dan 2011 seçimlerine kadarki süre içinde seçmen algısındaki AK Parti fotoğrafının 12 Haziran seçimlerinde bu kez yüzde 50 oyla desteklendiği görüldü.
2009-2011 döneminin, AK Parti liderinin liberal batılıcılığın tüm kesimlerince ağır bir dille suçlanmakla; batıdan uzaklaşmak, AB sürecinden vazgeçmek, Türkiye'ye eksen kayması yaşatmak, batı tipi modernleşme ve demokratikleşmeye gereken önemi vermemek gibi ithamlarla eleştirilmekle geçtiğini hatırlıyoruz. Liberal batıcılık ve onların muhafazakar destekçileri, Başbakan Erdoğan'ın bu yeni tarzının batılı başkentlerde hoşnutsuzlukla karşılandığı ve artık hükümete eskisi gibi destek vermeyeceklerini her günün kara haberi olarak tekrarlamaktan hiç vazgeçmediler. Buna rağmen Erdoğan, yeni tarzını terketmemek bir yana, Amerikalıların (2000'lerdeki renkli devrimlere isim takma merakındaki gibi) "Arap baharı" adını verdikleri süreci alkışlamada çok istekli davranmayarak, hatta bununla yetinmeyip Strasbourg'da Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nde yaptığı konuşmada (Nisan 2011), açıkça, batılıların binlerce yıllık medeniyet birikimi olan kendilerine demokrasi ihraç edemeyeceklerini söyleyerek 12 Haziran seçimlerine gitti. Seçim sonucu, liberal batıcıların ve onların muhafazakar destekçilerinin değil, Erdoğan'ın seçmen algısına kazıdığı fotoğrafın toplumsal algıda yüzde 50'e varan oranda desteği olduğunu ortaya koydu.
AK Parti'nin hizmet siyaseti, icraatları, toplumsal hayatı kolaylaştıran uygulamaları, toplumun istikrar kararı gibi etkenler, Erdoğan'ın seçmen algısına sunduğu kimlik havuzunun içinde anlam kazanmış öğelerdir. Yani Erdoğan, liberal batıcıların arzu ve temenni ettiği gibi AB(D) vesayet sisteminde kalmayı vadeden kimlik tanımı ve fotoğrafıyla seçmenin karşısına çıksaydı ve 2009-2011 arasındaki yeni üslubunun yerine, yüzde 38 oy alabildiği 2009'a kadarki tarzına dönseydi maddi hayata dönük icraatlar ona yine yüzde 50 oy kazandırabilir miydi? Hayata ve toplumumuza (kendi felsefi inançları gereği) maddeci bakan liberal veya kemalist batıcılar böyle olacağını iddia ediyor. Biz ise toplumun beklenti, arayış, arzu ve ideallerine yaklaşan kimlik tanımına vurgu yaptığında AK Parti'nin oylarında tırmanış başladığının çok sayıda araştırmayla doğrulandığını iddia ettik ve nihayet seçim sonucu da bu iddiayı teyit etti. Başbakan Erdoğan, seçim boyunca bahsettiğimiz kimlik söylemi ile bariz biçimde kendini ifade etmeseydi ve sadece maddi hizmetleri anlatmakla yetinseydi aynı oyu alabilir miydi? Biz, Erdoğan'ın 12 Haziran seçim kampanyası boyunca AB(D) vesayet sistemi içinden konuşmamasının, aksine bu sisteme yer yer meydan okumasının mevcut oy oranının ortaya çıkmasını sağlayan iklimi, atmosferi ve münbit zemini oluşturduğunu, o zeminde de hizmetler ve icraatların büyük anlam kazandığını düşünüyoruz. Öyle olmasaydı ve seçmen kendisine resmedilen fotoğraf ve kimlik havuzu ile vaatleri ve projeleri birbirinden ayırarak oy kullanıyor olsaydı, AK Parti liderinin değil, CHP liderinin, kendi sunduğu kimlik havuzuna (Ergenekon'a himaye, yeni Türkiye'yi imha ve eski Türkiye'yi ihya mesajı, AB(D) vesayet sistemine yeşil ışık) rağmen vaatleri ve projeleri seçmen tarafından yüzde 50 ile ödüllendirilirdi. Çünkü Kılıçdaroğlu'nun vaatlerinin Erdoğan'ınkilerden çok daha yüksek ve fazla olduğu gerçektir. Ama seçmen, yüzde 26'da kalan oy oranıyla, kimlik tanımını benimsemediği CHP'nin vaatlerinin ve projelerinin de anlamlı olamayacağını göstermiştir. CHP'den kaçtığı varsayılan oyların da yine aynı kimlik tanımı bakımından değerlendirilmesini gerekli kılan, "yeni CHP"nin, "Kürt sorunu"nu AB(D) vesayet sistemi içinde çözmeye ikna olduğunu gösteren çok sayıda ve güçlü emarelerdir.
Türkiye'nin, 12 Haziran seçimlerinden çıkar çıkmaz bugünkü ağır kriz ve gerilim ateşinin ortasına düşmesinin tasvir ettiğimiz siyasi tabloyla alakası yok mudur?
Suriye'de gerginliğin tırmanması, Libya gibi Suriye'ye de müdahale edilmesi gereğinin bir anda Amerikalıların diline dolanması ve bu işte Türkiye'ye anahtar rol biçilmesi, Başbakan Erdoğan'ın Suriye konusunda sert açıklamalar yapmaya zorlanması, aniden Suriye sınırından Türkiye'ye göç başlaması, Erdoğan'ın İsrail'le uzlaşması yönündeki baskıların artması, BDP'nin bazı milletvekilliklerinin iptali, bunun üzerine BDP'lilerin tekrar "Arap baharı" söylemine dönerek Erdoğan'ı tehdit etmesi, CHP'nin Ergenekon tutuklusu milletvekillerinin serbest bırakılmaması vs. adeta Erdoğan'ı radikal ve kritik bir karar almaya zorlayan (AB[D] vesayetine dönme?!) baskı bombardımanı gibi gözüküyor.
İsrail'le barışma haberleri ve Suriye-Türkiye savaşı kışkırtmalarıyla Erdoğan'ın adım adım AB(D) vesayet sistemine iteklendiği açıktır. Sanki Erdoğan'ın (cumhur)başkanlığı yaklaştıkça ve halk desteği arttıkça kriz ve gerilimin çıtası da yükseliyor; Erdoğan'ın gücü arttıkça rakipleri de sürekli el yükseltiyor!
12 Haziran seçimlerinden sonra ortaya çıkan ağır kriz ve gerilimin baş aktörü PKK/BDP'nin siyaset havzasındaki tüm kesimlerin, "Arap baharı"na bu kadar çok atıfta bulunmasının hedefi Erdoğan'dır. Her ne kadar PKK bugüne kadar bölgesel işbirlikleriyle varlığını koruduysa da ve buna bakarak bugünkü yeni ittifak stratejisinde de yenilik görülmüyorsa da durum öyle değildir. PKK, ilk kez AB(D) vesayet sisteminin stratejik eksenine katılmayı kabul ederek "Arap baharı"nın parçası olmaya hazırlanıyor. PKK isyanı, Erdoğan'ı AB(D) vesayet sistemi içinde tutmak için liberal batıcılık eliyle araçsallaştıkça "Kürt sorunu" başlığından çıkacak; "Kürt sorunu" içinde gelişen PKK isyanı, Erdoğan'ı AB(D) vesayetine döndürme projesinde araçsallaşmaya boyun eğerse sorun başkalaşacaktır. Fakat PKK/BDP siyaset havzasında bu ilkesel sorunun bugün itibariyle gözardı edildiği anlaşılıyor. Muhtemelen PKK/BDP ufkunda şu anda baskın olan analiz, "Arap baharı" tarihsel ânının kaçırılmaması gerektiği, bunun için şeytanla işbirliği gerekse de buna katlanılabileceği yönündedir.
PKK'nin silahsızlandırılması meselesini tartışan TESEV raporu ile, Öcalan'ın liberal batıcılığın ve AB(D) vesayetinin yayın organı Taraf'a (ve oradaki Washington'un gözdelerine) selam göndermesini birarada okuyup "Arap baharı"na hakettiği manayı vermek gerekir.
Erdoğan'ı sandıkta yenemeyen tüm siyasi rakiplerin, "Arap baharı" sunamisinin Türkiye sahillerine vurabileceği tehdidiyle Erdoğan'ı AB(D) vesayet sistemine dönmeye zorlamanın yarattığı krizden kendilerine siyasi pay düşebileceği hesabını yaptığı bile düşünülebilir.
Başbakan Erdoğan, PKK/BDP'nin "Arap baharı" eksenine katılmasının ne manaya geldiğini ve hızla bir karar vermeye zorlandığını kestiriyor olmalıdır. AK Parti lideri ya AB(D) vesayet sistemine dönecek ve PKK isyanının harici yollarla çözüm biçimine boyun eğecek, ya da bu dayatmaya direnecektir. Erdoğan'ın AB(D) vesayet sistemine dönmeye direnmesi, "Arap baharı" eksenine eklenmeye karar vermiş PKK/BDP ile ya karşılaşmaya, ya da PKK/BDP siyasetinin yerli kalmasını sağlayacak bir çözüm sunmaya hazır olduğu anlamına gelir.
Netice itibariyle görünen odur ki, Başbakan Erdoğan eğer baskılara boyun eğer ve AB(D) vesayet sistemine dönerse elinde sadece ülkenin (cumhur)başkanlığı kalacaktır; içi boş, kof ve manasız! Erdoğan eğer AB(D) vesayet sistemine dönerse bugüne kadarki dışpolitikanın sağladığı güç, sükse ve para buharlaşacaktır. Türkiye hızla "eski Türkiye" olacaktır.
Ama tam aksine, Erdoğan AB(D) vesayet sistemine dönmeyi reddederse "yeni Türkiye" kaldığı yerden yoluna devam eder. Baskı tehdidinin de kağıttan kaplan olduğu görülür.