Hikmetin Yok Olduğu Yerde...
İnsanın ebedîleşme arzusu modern çağda had safhaya çıkmış bulunuyor. Günümüzün üstün meziyetlere sahip, akıllı, becerikli, gelişmiş insanı...
Mânânın Bittiği, Hikmetin Yok Olduğu Yerde.../Atilla Fikri Ergun
İnsanın ebedîleşme arzusu modern çağda had safhaya çıkmış bulunuyor. Günümüzün "üstün meziyetlere sahip, akıllı, becerikli, gelişmiş" insanı, manevî-ahlakî bir perspektife sahip olmadığı için gün geçtikçe daha da açgözlü hale geliyor. İnsanın gözü doymuyor ki, gönlü ferah olsun. Bencilliğin ve açgözlülüğün doğal sonucu olarak insan, kendi ihtiraslarını tatmin edebilmek için diğerlerinin hayatını cehenneme çeviriyor. Üstelik işlediği cürümlere meşruiyet kazandırmak için "şartların" ardına sığınıyor ve yediği her haltı "şartlar öyle gerektirdiği için" diyerek "makul" ve "meşru" hale getiriyor. Bireyciliğin tavan yaptığı günümüz dünyasında muğlâk bir kavram olan "özgürlük" de modern insan için saptırıcı bir unsura dönüşmüş durumda. Nefsinin esareti altında kendini "özgür" zannetmek; ahmaklık böyle bir şey!
Bu noktada insanlığın çaresiz değil, bencil ve vurdumduymaz olduğunu özellikle belirtmemiz gerekir. Örneğin günümüzün "gelişmiş" insanı, sahip olduğu "üstün" teknolojiyle yaptığı "bilimsel" araştırmalar neticesinde çikolatanın beyindeki serotonin seviyesini artırdığını ve mutluluk hissi uyandırdığını keşfetti. "Çikolata beyni rahatlatıp gevşetiyor, mutluluk veriyor" deyip tıkınıyor, ancak bırakın çikolatayı yiyecek ekmek dahi bulamayan çocukların mutsuz olduklarını bir an olsun aklına getirmiyor; canı çektiğinde çikolata yiyebildiği, beyni gevşemiş olduğu için! Kısacası bu haliyle modern insan arzın halifesi değil, olsa olsa kapıkulu olur!
Bu noktada öncelikle şunu söylemek icap eder ki, iyilik, doğruluk, güzellik adına her ne arıyorsak önce insanı bulmamız gerekir; zira insan kayıplara karıştığı için arıyoruz tüm aradıklarımızı. Aradığımız insanı bulabilmek veya onu meydana getirebilmek için her şeyden önce mânâya, dolayısıyla hikmete ihtiyacımız var. Zira mânânın yitirildiği yerde hikmet, hikmetin yitirildiği yerde de hayır aramak boşunadır; her şey öylesine söyleniyor, öylesine yapılıyordur. Haliyle mânânın bittiği, hikmetin yok olduğu, ahlakın sükûta uğradığı yerde insanlıktan söz etmek muhaldir. Hal böyle iken mânen ölü olan, hikmet yoksunu insanın değerler skalasını tersine çevirmesine, O zatıyla kaim ve sürekli diri olanı, hiç ölmeyecek olan O Bâkî'yi kendi zihninde öldürmesine, O'nu hayatın dışında bırakmasına şaşmamalı; mânâ öldü mü, işlenmeyecek cinayet yoktur!
Nitekim tarihin akışı içerisinde de böyle oldu. Emelleri bozuk olanların amelleri yıkıma yol açtı. Tarihin bütününe bakarak "İnsanın en iyi bildiği şey nedir?" sorusuna "Öldürmektir" cevabını verebiliriz. Altı bin yıllık yazılı tarihte kayda geçmiş on dört bin savaş var; ferdî bazda işlenen cinayetleri, savaşların dışında gerçekleşen katliamları ve soykırımları da eklersek, insanın sabıka dosyası bir hayli kabarık; Kabil'den beri bu böyle. İnsanın yeryüzü nimetlerinden mahrum bırakarak açlıktan, susuzluktan, ilaçsızlıktan vs. öldürdüğü hemcinslerini de hesaba kattığımızda, fesat çıkarıcılığın (müfsitlik) ve kan dökücülüğün türümüzün temel vasfı olduğunu açıkça görürüz (bkz. 2/30). Bir hesaba göre, ilk insandan bugüne kadar yeryüzünde yaklaşık 108 milyar insan yaşamış. Bugünkü dünya nüfusu (7 milyar) bu rakamın yüzde 6,48'si sadece. Malum, insanlık bittiğinde insafsızlık başlar; gerek tarihe gerekse bugüne baktığımızda, "insanlık âleminden" değil, ancak "insafsızlık âleminden" söz edebiliriz.
Şu bir gerçek ki, beşeriyet kendisine bahşedilen her şeyi insanî bir bilinçle sorumluluklarını yerine getirmek amacıyla değil, diğerlerinin aleyhine bir çıkar ve tatmin aracı olarak kullandı; insanlık tükendi ise eğer, böyle tükendi. Emelleri bozuk olanlar, Din'i de bu şekilde tahrif ettiler. Bir de baktık ki, Mısır'da kölelik etmekte olan İsrail oğullarını Firavun'un zulmünden kurtarmak üzere gelen Musa'nın dini, yerini diğer kavimleri köle edinmeyi amaçlayan ırkçı bir dine bırakmış. Aynı şekilde, yoksulları Göklerin Krallığı'yla müjdeleyen marangoz İsa'nın dininden Kilise oligarşisi çıkaran Hıristiyanlıkla bir sundurmada bir hasır ve bir yastıkla yaşayan, arka arkaya üç gece buğday ekmeğiyle karnı doymamış Muhammed'den -selam üzerlerine olsun- saraycılık çıkaran "Müslümanlık" da oldukça hayret vericidir. "Mucize(!)" bu olsa gerek. Ne yazık ki, bugün için de durum aynıdır. İnsanî çizginin dışına çıkmış ne kadar tez varsa "İslam" adı altında birer siyasî-ideolojik akım olarak karşımıza dikilmiş bulunuyor; gerçekle uzaktan yakından ilgisi yok!
Dolayısıyla insan, değerleri elinin tersiyle bir kenara iterek, kendi tarihini açgözlülüğün, menfaat çatışmalarının ve cinayetlerin tarihinden ibaret kıldı. Müslümanlar özelinde konuşacak olursak, hâl-i hazırdaki birbirine düşmüşlük, herkesin kendi derdine düşmesinin doğal sonucu. Herkes kendi derdine düştüğünde menfaatler çatışır, menfaatler çatışınca değerler yok olur! Bugün değer temelli değil, çıkar temelli bir dinî söylemle karşı karşıyayız. Bu nedenle herkes zımnen şunu söylüyor: "Ben her şeyi çözdüm, diğerleri boşa konuşuyor"; vehme kapılmanın böylesi! Mevcut sistem içerisinde her gün türlü şekillerde ölenler yaşadıklarını zannediyorlar; gözler kör, gönüller harap. Henüz kendi problemlerini dahi çözememiş olanlar "toplumun sorunlarını çözmekten" söz ediyor, kendilerine dahi hayrı olmayanlar oturdukları yerden âleme nizam vermeye kalkışıyorlar; hiç şüphesiz hayatın böylelerine vereceği nizam ibretlik olacaktır.
Hiç şüphesiz cahil olmak kötüdür; ancak cahil olduğunu bilmemek ve cahil olup konuşmak daha da kötüdür. Toplumun kıyameti yaklaştığında cehalet ve dalalet "hikmet" ve "hidayet" kılığında boy gösterir. Malum, bir toplumu helake sürükleyenler, o toplumun iş ve düşünce alanındaki önderleridir. "Kanaat önderleri" bağlamında bir şeyler söylemek gerekirse, bu ülkede "entelektüel" denilen insanlar az bilir, çok konuşur, hiç yaşarlar. Geçmişten günümüze bu böyle olmuştur. Bu bakımdan toplumun düşünce dünyası hep deneme tahtası olarak kullanılagelmiştir. Bugün konuşan bay-bayan "entelektüel"lerin hemen tamamına yakını geçmişte bir şeyler söylediler, aynı bay-bayanlar bugün başka bir şey söyler oldular. Peki, düşünce dünyaları daha önce söylenenler doğrultusunda şekillenen insanlar ne olacak? Hangisi doğru, hangisi yanlış? Dününüze mi, yoksa bugününüze mi inanmalı? İnsan dilin afetlerini bilseydi, ağzından çıkan her bir kelime için iki kere düşünürdü.
Herkesin bir diğerine biçim vermeye çalıştığı böyle bir ortamda kendimiz olarak kalabilmenin yolu -bireycilik/bireyselleşme bağlamında değil, ancak herkesin haddini bilmesi için- "Seni ilgilendirmez" diyebilmekten geçiyor; -toplumsal suç işlenmedikçe, bir başka ifadeyle diğerlerinin hakkına-hukukuna tecavüz söz konusu olmadıkça- inancım, düşüncem, dünyaya bakışım, sevabıyla günahıyla hayatım, bütün bunların hiçbiri "Seni ilgilendirmez!" Bir başkasının -türlü imkânları da arkasına alarak- bize nasıl olmamız gerektiğini dikte ettiği, bizim de buna izin verdiğimiz an kişiliğimizi yitirdiğimiz andır. Kaldı ki, biz birilerinin olmamızı istediği gibi olmak zorunda değiliz, biz Allah'ın istediği gibi olmak zorundayız; O'nun istediği gibi olup olmadığımız da O'ndan başka hiç kimseyi ilgilendirmez! "Muttaki" kisvesi altında diğerlerine nizam vermeye çalışanlara baktığımızda, böylelerinin kendi kendilerine senaryolar yazdıklarını, kafalarına göre kendilerine rol biçtiklerini görüyoruz. Herkesi baştan aşağı kendine benzetme uğraşısı ya da "rol model muttakilik"; yüzde yüz çalıntı!
Bu noktada bir nebze de olsa sözünü ettiğimiz sorunun köklerine inmekte yarar var. İnsan genellikle yaşanmamış duyguların doğurduğu boşluğu kapatmak için kendine tutunacak bir dal arar, sonra o tutunduğu dal her ise onun adına konuşmaya, söylemeye, edip eylemeye başlar. Sabahtan akşama kadar diğerlerinin kafasını ütüler ve yaptığı işe genellikle ulvî bir anlam yükler, bir başka ifadeyle Kutsal'ı kendi hezeyanlarını perdelemek amacıyla kullanır; işte "klinik vaka" denilen şey budur. Bu halin, bu tutum ve davranışın arkasında yine benlik duygusu yatar. Takıntıların ve şan-şöhret sevgisinin burada önemli bir işlevi vardır. Böyleleri genellikle her üç cümleden birinde "Ben" derler, kendilerinden başka hiçbir şeye inanmaz, hiç kimseye değer atfetmezler. Hâlbuki insan, amellerinin toplamıdır; iyi ya da kötü. Dolayısıyla söylemlerin sağlaması eylemlerle yapılır. İyi yazardı, güzel söylerdi, şöyle müthiş fikirleri vardı, böyle muhteşem laflar ederdi... Neticede ölürsünüz, ya "iyi adam"sınızdır ya da "ciğeri beş para etmezin biri"sinizdir; öldüğünüzde arkanızdan söylenecek olan ikisinden biridir. Dolayısıyla hoca, âlim, üstad, ağabey ya da entelektüel olmadan önce insan olmak icap eder.
İkiyüzlülüğün tavan yaptığı, fitne ve fesadın dört bir yanı sardığı bir dünyada bu "maskeli balo"ya dâhil olmak istemeyenler genellikle yalnızlık yolunu tercih ediyorlar. Ancak yalnızlığı tercih etmek, hayat içerisinde iyi-kötü bir şeyler paylaşabileceğimiz insanlardan yüz çevirmek değil, kalabalıklardan uzak olmak anlamını taşımalı; yani az, öz, temiz, insan insana... Zira günümüz dünyasında nerede kalabalık varsa, orada yalanın büyüğü söyleniyor. Her şeyin sahtesi var, insanın bile; seçici olmayı başarabilir, diğerlerinden hiçbir farkı olmayan, "kalabalık" tanımına dâhil olan insanlardan uzak durmayı başarabilirsek, daha güzel günlere erişebiliriz, yeter ki, hikmet ve basiret sahibi olalım. Bu noktada yalnızlığı kendilerine maske yapanları da teşhis ve tespit etme zorunluluğu doğuyor. Birincisi, hiç kimse mutlak anlamda -yüzde yüz- yalnız değildir; ikincisi, bugün kendilerini "yalnızlık" üzerinden tanımlayanlar genellikle "ne büyük adam" olduklarını ifade etmek için bu yola başvurmaktalar. Böylece insanı bugünkü hale getiren tutum ve davranışlardan birini daha anlamış oluyoruz: İnsanı taktığı maskeler çirkinleştirdi; maske takmaktan vazgeçmediği sürece hep böyle çirkin kalacak!
Toparlayacak olursak, insanı anlamak ve mevcut sorunlara çözüm üretebilmek için önce insan olmak lazım; zira insanın halinden ancak insan olan anlar. Ancak modern çağda hayvanların dahi bu konuda "insanlardan" daha duyarlı olduklarını söyleyebilecek bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Diğerlerini hangi kategoride ele alacağımız ise ayrı bir mesele. Hatanın neresinden dönülse kârdır, ama kaybedilen zamanın telafisi yoktur; işte bu nedenle "hikmet" kılığındaki cehalete, "hidayet" kılığındaki dalalete, "hayır" kılığındaki şerre aldanmamak gerekir. Ki, insanlık bilincinin, manevî-ahlakî perspektifin, ilmin-irfanın, gerçek anlamdaki hikmetin -dolayısıyla kendini bilmenin-, anlam arayışının ve değer temelli yaklaşımların önemi bu noktada kendini gösteriyor. Gerek insanın tarih içindeki yürüyüşü gerekse hayat neyin nasıl yapılacağını bize yeteri kadar öğretmiştir; yolun sonunu layıkıyla getirmek mesele. Hikmet arayışından ve insanlık mücadelesinden söz etmeye devam edelim.
Umutla ve devrimle...
doguexpress