"İn God We Trust/ Tanrı"ya Güveniyoruz(!)"
Tarih, temelde iki sınıf insanın varlığından söz eder: Müstekbirler ve mustazaflar. Müstekbirler hâkim sınıf, mustazaflar ise mahrum ve mahkûm sınıftır.
ATİLLA FİKRİ ERGUN/'İn god we trust Tanrı'ya güveniyoruz(!)'
-Putperestliğin Felsefesi ve Kapitalizmin Teolojik Altyapısı-
Yağma, baskın yoluyla ve zor kullanarak bir malın ele geçirilmesidir. Meseleye genel bir perspektiften bakacak olursak, tarih boyunca servet ve iktidar sahiplerinin rızık kaynaklarını yağmaladıklarını, insanlığın ortak mülkiyetini zor kullanarak kendi özel mülkiyetleri haline getirdiklerini görürüz. Bu bakımdan insanlık tarihi, genel olarak bir yağma tarihidir. İnsan ilk olarak taşa şekil verdi, onu yonttu, sivriltti ve daha önce vahşi hayvanlara karşı kullandığı silahını günün birinde mülkiyet hırsıyla kendi kardeşine doğrulttu. Amacı sahiplenmek, üstün duruma gelmek ve hükmetmekti.
Hiç şüphesiz rızık kaynaklarının yağmalanması, tarih boyunca çeşitli şekillerde gerçekleşmiştir. Çok uluslu şirketlerin hüküm sürdüğü günümüz dünyasında kapitalizmi bir yağma düzeni olmanın da ötesinde "modern çağın putperestliği" olarak nitelendirirsek yanlış yapmış olmayız. İnsanlık dün olduğu gibi bugün de kendi elleriyle yonttuklarına tapınıyor. 19. yüzyılda Avrupa'da makine ortaya çıktı ve topraktan sonra ikinci bir üretim aracı olarak tarihteki yerini aldı. Bu tarihten itibaren insanın "makinenin kulu" haline geldiğini görüyoruz. Sermayeye ve üretim araçlarına sahip olma ve daha fazla kâr elde etme arzusu içinde yanıp tutuşan insan, deyim yerindeyse modern çağda makinenin hizmetkârı olmuştur. Bir başka ifadeyle makine, insanın kişiliğini ve ruhunu yok etmiştir.
Pek tabii mesele bütünüyle bundan ibaret değil. Dolayısıyla konuya ilişkin soruları çoğaltmakta yarar var. Putperestlik dediğimiz şey nedir ve modern çağda nasıl cereyan ediyor? Modern çağın tabusu nedir? İnsanlık modern çağda neye veya nelere kulluk ediyor? Hz. Peygamber'in şu hadisi meselenin özünü net bir biçimde ifade etmesi açısından bize genel bir perspektif verir: "Her ümmetin bir putu/bir fitnesi vardır; bu ümmetin putu/bu ümmetin fitnesi de maldır" (Tirmizi, Zühd, 26).
Bu noktada öncelikle meselenin doğru anlaşılması açısından putperestliğin felsefesini kısaca özetlemekte yarar var. Saffat Suresi'nin 83-98. ayetlerinde Hz. İbrahim'in kıyamı konu edilir. O, toplumuna seslenirken şu ifadeleri kullanır: "Siz kendi ellerinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" (37/95) İlginçtir ki, Kur'an, aynı surede Hz. İbrahim'den önce peygamber olarak Hz. Nuh'u zikreder ve Hz. İbrahim'in Hz. Nuh'un Şia'sından (taraftarlarından, yolundan gidenlerden) olduğunu belirtir (37/83). Ancak Kur'an, Hz. Nuh için değil, Hz. İbrahim için "Atanız/Babanız" ifadesini kullanmaktadır: "Atanız/Babanız İbrahim'in dinine uyun" (22/78). Bu ifadenin ilk bakışta Peygamber'in içinde yaşadığı Arap toplumuna yönelik olarak kullanıldığı düşünülebilir. Zira Arapların kökleri Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail'e kadar uzanır. Fakat Kur'an'ın evrensel mesajını göz önüne aldığımızda meselenin bundan çok daha geniş kapsamlı olduğunu anlamakta zorluk çekmeyiz. Hz. İbrahim kimdir? Niçin Kur'an Hz. İbrahim için "Atanız/Babanız" ifadesini kullanmaktadır? Hz. İbrahim, "tarihin ilk put kırıcısı"dır. Nitekim Kur'an, Saffat Suresi'nde onun putları kırma eyleminden söz eder (37/91-96). Yukarıdaki ayet, hemen hemen her tefsirde yüzeysel olarak ele alınmış ve putperestlik, genel olarak taştan, tahtadan yontulan putlara tapmakla ilişkilendirilmiştir.
Oysa o dönemde yontulan temsillerin (putların) her biri toplum içinde belli derecelere sahipti. Bu temsillerin bir kısmı taş ve tahtadan yontulurken, bir kısmı da altın, gümüş, zümrüt, yakut ve benzeri muhtelif malzemelerden oyulur veya bu değerli taşlarla bezenirdi. Örneğin Kâbe'de taş ve tahtanın yanı sıra çeşitli malzemelerden yontulmuş (oyulmuş) veya bu değerli taşlarla bezenmiş üç yüz altmış put vardı ki, bunların her biri bir kabileye aitti. Bunlar servet ve iktidarın belli kişi ve grupların elinde toplanmasıyla ortaya çıkan sınıflı sosyal yapıya işaret etmekteydiler. Bir başka ifadeyle o dönemde sınıf farklılıkları taşlara işlenmekte ve böylece bir nevi ölümsüzlük kazanmaktaydı. Hz. İbrahim'in yaşadığı coğrafyada iki büyük puthane göze çarpar: Ur ve Babil puthaneleri.
Dolayısıyla putperestlik, taştan, tahtadan, altından, gümüşten" yontulan veya değerli taşlarla bezenmiş heykellere tapınmaktan ibaret değildir. Bu şekilde tapınma, putperestliğin yansımalarından sadece birisidir. Putperestliğin sınıf farklılığına dayanan derin kökleri vardır. Ali Şeriati'nin yerinde tespitiyle putperestlik ince bir sosyal felsefeye sahiptir.(1) Bu bakımdan putların reddedilmesi, efendi-köle, zengin-fakir, siyah-beyaz, amir-memur, ast-üst ayrımına dayanan sınıflı sosyal yapının, hatta bunun da ötesinde bu sosyal yapının temelini oluşturan, sömürüye ve zorbalığa dayalı iktisadi ve siyasi düzenin bütünüyle inkârıdır (dolayısıyla sınıflı toplumu öngören kapitalizm, modern çağın putperestliğidir).
Hz. İbrahim, halkı kölelik düzeninin Allah'ın iradesi olduğuna inandırmak isteyen hâkim sınıf karşısında fiilen kıyam eden ve tarihte sınıflı sosyal yapının simgesi olan putları parçalayan ilk kişidir. Dahası tek başınadır, mevcut yapı karşısında ortaya koyduğu söylem de eylem de tektir (16/120). Bu, toplumda öyle bir infiale yol açmıştır ki, sonunda onu ateşe atmaya karar verirler (37/97). Bu nedenle Kur'an, Hz. İbrahim'den "Atanız/Babanız" şeklinde söz etmektedir. Yani tüm Muvahhidlerin atası"
O halde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, 7. yüzyıl Arap toplumda bütünüyle taştan, tahtadan veya muhtelif malzemelerden yontulmuş, değerli taşlarla bezenmiş olan putlara ibadet edilmiyordu. Bunlar servet ve iktidar sahipleri tarafından sınıflı sosyal yapının devamını sağlamak için kullanılan birer araçtılar. Nitekim bu zihniyet, Kâbe'yi dahi ticari bir meta olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Belli bir sınıfın hâkimiyetine dayanan/oligarşik bir düzenin hüküm sürdüğü Mekke'de bütün güç on kadar ailenin elinde bulunuyordu. Özellikle Hacc mevsiminde Kâbe'ye ve Kâbe'deki putlara getirilen hediyeleri kendi aralarında bölüşen Mekke'nin ileri gelenleri servetlerine servet katıyorlardı. Hazır yeri gelmişken Suudi Arabistan'ın Hacc'dan elde ettiği yıllık gelirin yaklaşık 30 milyar dolar civarında olduğunu da hatırlatmış olalım. Bu paraların Ümmet'in hayrına harcanmadığı aşikâr.
Tarih boyunca olaylar hep aynı eksen üzerinde cereyan etmekte, ancak araçlar değişmektedir. 21. yüzyılda sınıf farklılıkları artık taşların, kayaların üzerine değil, kâğıtların üzerine, paralara, çek koçanlarına, banka defterlerine, hazine bonolarına kazınıyor. Kâğıt (para), hem lüks, konfor ve kariyeri hem de çoğu zaman iktidarı beraberinde getiriyor. İbn-i Haldun'un konuya ilişkin tespiti oldukça çarpıcıdır: "Bütün su-i istimallerin sebebi, lüks alışkanlığının iktidardakilerde sürdürdüğü para ihtiyacıdır."(2)
Bunun bir hırsızlık düzeni olduğu çok açık. Çünkü kâğıt paranın gerçekte hiçbir değeri yoktur. Sürekli olarak birileri tarafından basılmakta ve "uygun görülen" yerlere dağıtılmaktadır. Sistem bu şekilde kurulduğu için, Hikmet Kıvılcımlı'nın ifadesiyle, "Onu elden ele geçirmeğe mecbur olduğumuz için, tedavülü mecburi olan bir nesne olduğu için kıymetli gibi görünür bize. Mecburi elden ele geçecek diye bir devlet zoru olmasa, onu sokağa atsanız, kimse dönüp bakmaz bile. Pis bir kâğıttır, üzerine mikrop bulaşmıştır. Hatta ele alınır kâğıt değildir. Kullanılmış kâğıt parçasını kim eğilir de yerden alır? Ne çare ki, mecburiyet hepimizi bu kâğıdı almaya sevk eder"(3)
Bu noktada şunu söylemek icap eder ki, günümüz dünyasında yaşanan ve gittikçe derinleşen çelişki, tarih boyunca yaşanan çelişkinin uzantısıdır. Tarih, temelde iki sınıf insanın varlığından söz eder: Müstekbirler ve mustaz'aflar. Müstekbirler hâkim sınıf, mustaz'aflar ise mahrum ve mahkûm sınıftır. Birincisi, rızık kaynaklarını yağmalamış, servet ve iktidarı ele geçirmiş, refah ve servetle şımarmış, büyüklük duygusuna kapılmış olan ileri gelenler zümresi; ikincisi ise, sömürülmüş, yaşam araç-gereçlerinden, dolayısıyla en tabii haklarından yoksun bırakılmış, bir başka ifadeyle zaafa uğratılmış, ezilip horlanmakta olan sıradan halk kitlesidir. Nitekim tarih boyunca peygamberlerin ortak mesajına ilk karşı çıkanlar müstekbirler; haktan yana tavır alarak peygamberleri destekleyenler de mustaz'aflar olmuştur. Dolayısıyla tarih, servet ve iktidar sahipleriyle ezilip horlanan insanların mücadelesinden ibarettir. Nitekim bugün aynı şekilde ezenler ve ezilenler, zenginler ve yoksullar, toklar ve açlar, efendiler ve köleler, yiyenler ve üretenler, yan gelip yatanlar ve çalışanlar biçiminde tezahür eden derin bir sınıf çelişkisiyle karşı karşıyayız.
Malum, tarih boyunca tüm sömürü sistemleri kendi meşruiyetlerini dinî zemine oturtma ihtiyacı duymuşlardır. Bu bakımdan kapitalizmin teolojik altyapısına da kısaca değinmek ve ilkin Avrupa'da zuhur etmesi hasebiyle bir nebze de olsa Protestanlık üzerinde yoğunlaşmak gerekir. Martin Luther ve Jean Calvin'in önderliğinde Katolik Kilisesi'ne, dolayısıyla Papa'nın otoritesine karşı girişilen Reform Hareketi'nin neticesinde ortaya çıkan (1529) ve süreç içerisinde Hıristiyanlığın üç büyük mezhebinden biri haline gelen Protestanlık, Katoliklik ve Ortodoskluktan farklı olarak ruhanî liderliği kabul etmez, dolayısıyla Katolik Kilisesi'nin Papa'ya verdiği geniş yorum ve uygulama yetkisini tanımaz. Bu bakımdan Protestanlık, Katolik ve Ortodoks Kiliseleri'nin aksine merkeziyetçi değildir.
Bunun yanında Protestanlık, Katolikliğe ve Ortodoksluğa nispeten bir hayli özgürlükçü olmakla birlikte ilk ortaya çıkışı itibariyle sınırsız tüketimi ve aşırı zenginliği, bir başka ifadeyle dünyevileşmeyi öngörmüyordu. Aksine Protestanlar dinî inançlarını daha bireysel düzeyde yaşamak ve Katolik Kilisesi'nin dünyevileşen (sekülerleşen) ayin ve uygulamalarından uzaklaşmak amacıyla ayrılmışlardı. Nitekim şeytanı tüccarlarla ve ölümle bir tutan Luther, parayı "Şeytanın Kelâmı" olarak nitelendiriyordu. Ancak Protestanlığın bireyselliği aşırı derecede ön plana çıkarması kapitalizme kapı aralamış ve Protestanlık, bu yönüyle süreç içerisinde kapitalizmin ruhunu (dinî temelini) oluşturmuştur.
Tarım ve hayvancılığın -daha sonraki dönemde bunlara ek olarak ticaretin- yegâne geçim kaynağı olduğu kadim medeniyetlerde -örneğin Mezopotamya Medeniyeti'nde- insanlar, mevcut dinî ritüellere uygun olarak, elde ettikleri artı değeri Tanrı'ya veya Tanrılara kurban ederler, onların tüketmesi için ateşe atarlar, altın, gümüş, yakut, zümrüt ve benzeri değerli madenleri ve taşları, Tanrı'yı veya Tanrıları yüceltmek amacıyla Mabet'e bağışlarlardı. Bu yaklaşım tarzı, Protestanlıkta daha farklı bir biçimde zuhur etmiştir. George Frankl, Batı Uygarlığı (Ütopya ve Trajedi) adlı eserinde konuyla ilgili olarak şunları söyler: "Protestan'ın zenginliği, daha büyük makineler, daha iyi işyerleri ve fabrikalar, yeni icatlar, büyük muhasebe binaları ve bankaların inşasına harcanacaktı. Bunlar Tanrı'nın ikinci "ben"leriydi."(4)
Fankl, bir önceki sayfada sefih tüketimin, zenginliklerden aşırı haz alma güdüsünün ve çabasının teşvikine imkân tanıyan unsuru şu şekilde açıklar: "Böylesi bir şeye izin veren ve imkân tanıyan şey, artı değerin yaratılması fenomeniydi. Protestanlığın Tanrısı'nı da hoşnut edecek şekilde insanın üretici yeteneklerinin, yeni yatırımlar yapabilmek amacıyla kâr artırımı ve biriktirimi yapılmasına aracılık etmesi fenomeni"(5)
Böylece çalışmak ve yatırım yapmak, süreç içerisinde ibadet sayılmış, kutsanmıştır. Aynı yaklaşım İslam'da da karşımıza çıkıyor: "Çalışmak ibadettir." Ancak buradaki çalışmanın, dünyevileşmeyle ilgisi yoktur; bununla kast edilen, kişinin emeği ve alın teriyle geçimini, dolayısıyla temel ihtiyaçlarını sağlamak üzere çalışmasıdır. Nitekim Hz. Peygamber bunu açık bir biçimde ifade etmiştir. Bir gün bir genç, sabah erkenden işine giderken Ashab'dan bazıları bunu uygun bulmadıklarını belirtmişler, bunun üzerine orada bulunan Peygamber: "Öyle söylemeyin! Eğer kimseye muhtaç olmamak, ana-babasını ve aile efradını muhtaç etmemek için işine gidiyorsa, her adımı ibadettir. Eğer kazanacağı para ile öğünmek, keyif sürmek niyetinde ise, şeytanla beraberdir" demiştir. (Hadisi Taberânî rivayet etmiştir)
Ancak ne yazık ki, Protestanlığın ruh verdiği kapitalizm, Tanrı'ya artı değeri kurban etmek yerine, emeği ve emekçiyi kurban etti. Nitekim Marks'a göre kapitalizm, "kurban etme ritüeli"dir. Ancak burada kurban edilen emek ve emekçidir.
Şimdi, putperestliğin günümüz dünyasında nasıl cereyan ettiğini bir benzetmeyle ortaya koymaya çalışalım: Putperest inanış biçimlerinde insanın Allah'la bağ kurması hiyerarşik bir düzene tabidir. Nitekim cahili Araplar, putları, kendilerini Allah'a yakınlaştıran aracılar olarak nitelendiriyorlardı. Günümüz dünyasında ise insan, sermayeyi ve üretim araçlarını ele geçirerek lüks, kariyer ve konfor vasıtasıyla kendi nefsini tatmin etmek, iktisadi ve siyasi yapı üzerinde hâkimiyet kurmak için paraya, dolayısıyla daha çok kâra ihtiyaç duyuyor. Bu bakımdan modern insan için dünyevi zevklerin tatmininden başlayarak servet ve iktidara uzanan süreçte para, dolayısıyla sermaye, üretim araçları ve kâr, aracı ilahlar mesabesindedir.
İnsanlık büyük bir travma yaşıyor. Modern insanın Allah'la bütün bağları (zihnen ve fiilen) kopmuş durumda. "Günümüz Müslümanı" da bundan azade değil. Görünürde "Allah, Kitap, Peygamber" demesine karşın, kapitalist paradigmanın dışına çıkamıyor, parayı, sermayeyi, üretim araçlarını, kârı, serbest piyasa ekonomisini kutsuyor, servet ve iktidarı amaç haline getiriyor. Bu bakımdan "Günümüz Müslümanı", kâğıt para adındaki put vasıtasıyla insanlığı sömürenlerin zihniyetine sahip: "İn God We Trust/Tanrı'ya Güveniyoruz(!)"
İşte "iman" böyle bir şey(!)
Umutla, itizalle ve devrimle"
--------------------------------------
Dipnotlar:
1- Ali Şeriati, İbrahim'le Buluşma, Fark Yay., Çev: A. Eymen Reyli, s. 28
2- İbn-i Haldun, Mukaddime, c. 3, Böl. 5, s. 785-786
3- Hikmet Kıvılcımlı, 15.10.1957 Eyüp Meydanı Konuşması
4- George Frankl, Batı Uygarlığı (Ütopya ve Trajedi), Çev: Yusuf Kaplan, Açılım Kitap, Ekim 2003/İstanbul, s. 156
5- George Frankl, a.g.e, s. 155
mutezil
-Putperestliğin Felsefesi ve Kapitalizmin Teolojik Altyapısı-
Yağma, baskın yoluyla ve zor kullanarak bir malın ele geçirilmesidir. Meseleye genel bir perspektiften bakacak olursak, tarih boyunca servet ve iktidar sahiplerinin rızık kaynaklarını yağmaladıklarını, insanlığın ortak mülkiyetini zor kullanarak kendi özel mülkiyetleri haline getirdiklerini görürüz. Bu bakımdan insanlık tarihi, genel olarak bir yağma tarihidir. İnsan ilk olarak taşa şekil verdi, onu yonttu, sivriltti ve daha önce vahşi hayvanlara karşı kullandığı silahını günün birinde mülkiyet hırsıyla kendi kardeşine doğrulttu. Amacı sahiplenmek, üstün duruma gelmek ve hükmetmekti.
Hiç şüphesiz rızık kaynaklarının yağmalanması, tarih boyunca çeşitli şekillerde gerçekleşmiştir. Çok uluslu şirketlerin hüküm sürdüğü günümüz dünyasında kapitalizmi bir yağma düzeni olmanın da ötesinde "modern çağın putperestliği" olarak nitelendirirsek yanlış yapmış olmayız. İnsanlık dün olduğu gibi bugün de kendi elleriyle yonttuklarına tapınıyor. 19. yüzyılda Avrupa'da makine ortaya çıktı ve topraktan sonra ikinci bir üretim aracı olarak tarihteki yerini aldı. Bu tarihten itibaren insanın "makinenin kulu" haline geldiğini görüyoruz. Sermayeye ve üretim araçlarına sahip olma ve daha fazla kâr elde etme arzusu içinde yanıp tutuşan insan, deyim yerindeyse modern çağda makinenin hizmetkârı olmuştur. Bir başka ifadeyle makine, insanın kişiliğini ve ruhunu yok etmiştir.
Pek tabii mesele bütünüyle bundan ibaret değil. Dolayısıyla konuya ilişkin soruları çoğaltmakta yarar var. Putperestlik dediğimiz şey nedir ve modern çağda nasıl cereyan ediyor? Modern çağın tabusu nedir? İnsanlık modern çağda neye veya nelere kulluk ediyor? Hz. Peygamber'in şu hadisi meselenin özünü net bir biçimde ifade etmesi açısından bize genel bir perspektif verir: "Her ümmetin bir putu/bir fitnesi vardır; bu ümmetin putu/bu ümmetin fitnesi de maldır" (Tirmizi, Zühd, 26).
Bu noktada öncelikle meselenin doğru anlaşılması açısından putperestliğin felsefesini kısaca özetlemekte yarar var. Saffat Suresi'nin 83-98. ayetlerinde Hz. İbrahim'in kıyamı konu edilir. O, toplumuna seslenirken şu ifadeleri kullanır: "Siz kendi ellerinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?" (37/95) İlginçtir ki, Kur'an, aynı surede Hz. İbrahim'den önce peygamber olarak Hz. Nuh'u zikreder ve Hz. İbrahim'in Hz. Nuh'un Şia'sından (taraftarlarından, yolundan gidenlerden) olduğunu belirtir (37/83). Ancak Kur'an, Hz. Nuh için değil, Hz. İbrahim için "Atanız/Babanız" ifadesini kullanmaktadır: "Atanız/Babanız İbrahim'in dinine uyun" (22/78). Bu ifadenin ilk bakışta Peygamber'in içinde yaşadığı Arap toplumuna yönelik olarak kullanıldığı düşünülebilir. Zira Arapların kökleri Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail'e kadar uzanır. Fakat Kur'an'ın evrensel mesajını göz önüne aldığımızda meselenin bundan çok daha geniş kapsamlı olduğunu anlamakta zorluk çekmeyiz. Hz. İbrahim kimdir? Niçin Kur'an Hz. İbrahim için "Atanız/Babanız" ifadesini kullanmaktadır? Hz. İbrahim, "tarihin ilk put kırıcısı"dır. Nitekim Kur'an, Saffat Suresi'nde onun putları kırma eyleminden söz eder (37/91-96). Yukarıdaki ayet, hemen hemen her tefsirde yüzeysel olarak ele alınmış ve putperestlik, genel olarak taştan, tahtadan yontulan putlara tapmakla ilişkilendirilmiştir.
Oysa o dönemde yontulan temsillerin (putların) her biri toplum içinde belli derecelere sahipti. Bu temsillerin bir kısmı taş ve tahtadan yontulurken, bir kısmı da altın, gümüş, zümrüt, yakut ve benzeri muhtelif malzemelerden oyulur veya bu değerli taşlarla bezenirdi. Örneğin Kâbe'de taş ve tahtanın yanı sıra çeşitli malzemelerden yontulmuş (oyulmuş) veya bu değerli taşlarla bezenmiş üç yüz altmış put vardı ki, bunların her biri bir kabileye aitti. Bunlar servet ve iktidarın belli kişi ve grupların elinde toplanmasıyla ortaya çıkan sınıflı sosyal yapıya işaret etmekteydiler. Bir başka ifadeyle o dönemde sınıf farklılıkları taşlara işlenmekte ve böylece bir nevi ölümsüzlük kazanmaktaydı. Hz. İbrahim'in yaşadığı coğrafyada iki büyük puthane göze çarpar: Ur ve Babil puthaneleri.
Dolayısıyla putperestlik, taştan, tahtadan, altından, gümüşten" yontulan veya değerli taşlarla bezenmiş heykellere tapınmaktan ibaret değildir. Bu şekilde tapınma, putperestliğin yansımalarından sadece birisidir. Putperestliğin sınıf farklılığına dayanan derin kökleri vardır. Ali Şeriati'nin yerinde tespitiyle putperestlik ince bir sosyal felsefeye sahiptir.(1) Bu bakımdan putların reddedilmesi, efendi-köle, zengin-fakir, siyah-beyaz, amir-memur, ast-üst ayrımına dayanan sınıflı sosyal yapının, hatta bunun da ötesinde bu sosyal yapının temelini oluşturan, sömürüye ve zorbalığa dayalı iktisadi ve siyasi düzenin bütünüyle inkârıdır (dolayısıyla sınıflı toplumu öngören kapitalizm, modern çağın putperestliğidir).
Hz. İbrahim, halkı kölelik düzeninin Allah'ın iradesi olduğuna inandırmak isteyen hâkim sınıf karşısında fiilen kıyam eden ve tarihte sınıflı sosyal yapının simgesi olan putları parçalayan ilk kişidir. Dahası tek başınadır, mevcut yapı karşısında ortaya koyduğu söylem de eylem de tektir (16/120). Bu, toplumda öyle bir infiale yol açmıştır ki, sonunda onu ateşe atmaya karar verirler (37/97). Bu nedenle Kur'an, Hz. İbrahim'den "Atanız/Babanız" şeklinde söz etmektedir. Yani tüm Muvahhidlerin atası"
O halde şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, 7. yüzyıl Arap toplumda bütünüyle taştan, tahtadan veya muhtelif malzemelerden yontulmuş, değerli taşlarla bezenmiş olan putlara ibadet edilmiyordu. Bunlar servet ve iktidar sahipleri tarafından sınıflı sosyal yapının devamını sağlamak için kullanılan birer araçtılar. Nitekim bu zihniyet, Kâbe'yi dahi ticari bir meta olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Belli bir sınıfın hâkimiyetine dayanan/oligarşik bir düzenin hüküm sürdüğü Mekke'de bütün güç on kadar ailenin elinde bulunuyordu. Özellikle Hacc mevsiminde Kâbe'ye ve Kâbe'deki putlara getirilen hediyeleri kendi aralarında bölüşen Mekke'nin ileri gelenleri servetlerine servet katıyorlardı. Hazır yeri gelmişken Suudi Arabistan'ın Hacc'dan elde ettiği yıllık gelirin yaklaşık 30 milyar dolar civarında olduğunu da hatırlatmış olalım. Bu paraların Ümmet'in hayrına harcanmadığı aşikâr.
Tarih boyunca olaylar hep aynı eksen üzerinde cereyan etmekte, ancak araçlar değişmektedir. 21. yüzyılda sınıf farklılıkları artık taşların, kayaların üzerine değil, kâğıtların üzerine, paralara, çek koçanlarına, banka defterlerine, hazine bonolarına kazınıyor. Kâğıt (para), hem lüks, konfor ve kariyeri hem de çoğu zaman iktidarı beraberinde getiriyor. İbn-i Haldun'un konuya ilişkin tespiti oldukça çarpıcıdır: "Bütün su-i istimallerin sebebi, lüks alışkanlığının iktidardakilerde sürdürdüğü para ihtiyacıdır."(2)
Bunun bir hırsızlık düzeni olduğu çok açık. Çünkü kâğıt paranın gerçekte hiçbir değeri yoktur. Sürekli olarak birileri tarafından basılmakta ve "uygun görülen" yerlere dağıtılmaktadır. Sistem bu şekilde kurulduğu için, Hikmet Kıvılcımlı'nın ifadesiyle, "Onu elden ele geçirmeğe mecbur olduğumuz için, tedavülü mecburi olan bir nesne olduğu için kıymetli gibi görünür bize. Mecburi elden ele geçecek diye bir devlet zoru olmasa, onu sokağa atsanız, kimse dönüp bakmaz bile. Pis bir kâğıttır, üzerine mikrop bulaşmıştır. Hatta ele alınır kâğıt değildir. Kullanılmış kâğıt parçasını kim eğilir de yerden alır? Ne çare ki, mecburiyet hepimizi bu kâğıdı almaya sevk eder"(3)
Bu noktada şunu söylemek icap eder ki, günümüz dünyasında yaşanan ve gittikçe derinleşen çelişki, tarih boyunca yaşanan çelişkinin uzantısıdır. Tarih, temelde iki sınıf insanın varlığından söz eder: Müstekbirler ve mustaz'aflar. Müstekbirler hâkim sınıf, mustaz'aflar ise mahrum ve mahkûm sınıftır. Birincisi, rızık kaynaklarını yağmalamış, servet ve iktidarı ele geçirmiş, refah ve servetle şımarmış, büyüklük duygusuna kapılmış olan ileri gelenler zümresi; ikincisi ise, sömürülmüş, yaşam araç-gereçlerinden, dolayısıyla en tabii haklarından yoksun bırakılmış, bir başka ifadeyle zaafa uğratılmış, ezilip horlanmakta olan sıradan halk kitlesidir. Nitekim tarih boyunca peygamberlerin ortak mesajına ilk karşı çıkanlar müstekbirler; haktan yana tavır alarak peygamberleri destekleyenler de mustaz'aflar olmuştur. Dolayısıyla tarih, servet ve iktidar sahipleriyle ezilip horlanan insanların mücadelesinden ibarettir. Nitekim bugün aynı şekilde ezenler ve ezilenler, zenginler ve yoksullar, toklar ve açlar, efendiler ve köleler, yiyenler ve üretenler, yan gelip yatanlar ve çalışanlar biçiminde tezahür eden derin bir sınıf çelişkisiyle karşı karşıyayız.
Malum, tarih boyunca tüm sömürü sistemleri kendi meşruiyetlerini dinî zemine oturtma ihtiyacı duymuşlardır. Bu bakımdan kapitalizmin teolojik altyapısına da kısaca değinmek ve ilkin Avrupa'da zuhur etmesi hasebiyle bir nebze de olsa Protestanlık üzerinde yoğunlaşmak gerekir. Martin Luther ve Jean Calvin'in önderliğinde Katolik Kilisesi'ne, dolayısıyla Papa'nın otoritesine karşı girişilen Reform Hareketi'nin neticesinde ortaya çıkan (1529) ve süreç içerisinde Hıristiyanlığın üç büyük mezhebinden biri haline gelen Protestanlık, Katoliklik ve Ortodoskluktan farklı olarak ruhanî liderliği kabul etmez, dolayısıyla Katolik Kilisesi'nin Papa'ya verdiği geniş yorum ve uygulama yetkisini tanımaz. Bu bakımdan Protestanlık, Katolik ve Ortodoks Kiliseleri'nin aksine merkeziyetçi değildir.
Bunun yanında Protestanlık, Katolikliğe ve Ortodoksluğa nispeten bir hayli özgürlükçü olmakla birlikte ilk ortaya çıkışı itibariyle sınırsız tüketimi ve aşırı zenginliği, bir başka ifadeyle dünyevileşmeyi öngörmüyordu. Aksine Protestanlar dinî inançlarını daha bireysel düzeyde yaşamak ve Katolik Kilisesi'nin dünyevileşen (sekülerleşen) ayin ve uygulamalarından uzaklaşmak amacıyla ayrılmışlardı. Nitekim şeytanı tüccarlarla ve ölümle bir tutan Luther, parayı "Şeytanın Kelâmı" olarak nitelendiriyordu. Ancak Protestanlığın bireyselliği aşırı derecede ön plana çıkarması kapitalizme kapı aralamış ve Protestanlık, bu yönüyle süreç içerisinde kapitalizmin ruhunu (dinî temelini) oluşturmuştur.
Tarım ve hayvancılığın -daha sonraki dönemde bunlara ek olarak ticaretin- yegâne geçim kaynağı olduğu kadim medeniyetlerde -örneğin Mezopotamya Medeniyeti'nde- insanlar, mevcut dinî ritüellere uygun olarak, elde ettikleri artı değeri Tanrı'ya veya Tanrılara kurban ederler, onların tüketmesi için ateşe atarlar, altın, gümüş, yakut, zümrüt ve benzeri değerli madenleri ve taşları, Tanrı'yı veya Tanrıları yüceltmek amacıyla Mabet'e bağışlarlardı. Bu yaklaşım tarzı, Protestanlıkta daha farklı bir biçimde zuhur etmiştir. George Frankl, Batı Uygarlığı (Ütopya ve Trajedi) adlı eserinde konuyla ilgili olarak şunları söyler: "Protestan'ın zenginliği, daha büyük makineler, daha iyi işyerleri ve fabrikalar, yeni icatlar, büyük muhasebe binaları ve bankaların inşasına harcanacaktı. Bunlar Tanrı'nın ikinci "ben"leriydi."(4)
Fankl, bir önceki sayfada sefih tüketimin, zenginliklerden aşırı haz alma güdüsünün ve çabasının teşvikine imkân tanıyan unsuru şu şekilde açıklar: "Böylesi bir şeye izin veren ve imkân tanıyan şey, artı değerin yaratılması fenomeniydi. Protestanlığın Tanrısı'nı da hoşnut edecek şekilde insanın üretici yeteneklerinin, yeni yatırımlar yapabilmek amacıyla kâr artırımı ve biriktirimi yapılmasına aracılık etmesi fenomeni"(5)
Böylece çalışmak ve yatırım yapmak, süreç içerisinde ibadet sayılmış, kutsanmıştır. Aynı yaklaşım İslam'da da karşımıza çıkıyor: "Çalışmak ibadettir." Ancak buradaki çalışmanın, dünyevileşmeyle ilgisi yoktur; bununla kast edilen, kişinin emeği ve alın teriyle geçimini, dolayısıyla temel ihtiyaçlarını sağlamak üzere çalışmasıdır. Nitekim Hz. Peygamber bunu açık bir biçimde ifade etmiştir. Bir gün bir genç, sabah erkenden işine giderken Ashab'dan bazıları bunu uygun bulmadıklarını belirtmişler, bunun üzerine orada bulunan Peygamber: "Öyle söylemeyin! Eğer kimseye muhtaç olmamak, ana-babasını ve aile efradını muhtaç etmemek için işine gidiyorsa, her adımı ibadettir. Eğer kazanacağı para ile öğünmek, keyif sürmek niyetinde ise, şeytanla beraberdir" demiştir. (Hadisi Taberânî rivayet etmiştir)
Ancak ne yazık ki, Protestanlığın ruh verdiği kapitalizm, Tanrı'ya artı değeri kurban etmek yerine, emeği ve emekçiyi kurban etti. Nitekim Marks'a göre kapitalizm, "kurban etme ritüeli"dir. Ancak burada kurban edilen emek ve emekçidir.
Şimdi, putperestliğin günümüz dünyasında nasıl cereyan ettiğini bir benzetmeyle ortaya koymaya çalışalım: Putperest inanış biçimlerinde insanın Allah'la bağ kurması hiyerarşik bir düzene tabidir. Nitekim cahili Araplar, putları, kendilerini Allah'a yakınlaştıran aracılar olarak nitelendiriyorlardı. Günümüz dünyasında ise insan, sermayeyi ve üretim araçlarını ele geçirerek lüks, kariyer ve konfor vasıtasıyla kendi nefsini tatmin etmek, iktisadi ve siyasi yapı üzerinde hâkimiyet kurmak için paraya, dolayısıyla daha çok kâra ihtiyaç duyuyor. Bu bakımdan modern insan için dünyevi zevklerin tatmininden başlayarak servet ve iktidara uzanan süreçte para, dolayısıyla sermaye, üretim araçları ve kâr, aracı ilahlar mesabesindedir.
İnsanlık büyük bir travma yaşıyor. Modern insanın Allah'la bütün bağları (zihnen ve fiilen) kopmuş durumda. "Günümüz Müslümanı" da bundan azade değil. Görünürde "Allah, Kitap, Peygamber" demesine karşın, kapitalist paradigmanın dışına çıkamıyor, parayı, sermayeyi, üretim araçlarını, kârı, serbest piyasa ekonomisini kutsuyor, servet ve iktidarı amaç haline getiriyor. Bu bakımdan "Günümüz Müslümanı", kâğıt para adındaki put vasıtasıyla insanlığı sömürenlerin zihniyetine sahip: "İn God We Trust/Tanrı'ya Güveniyoruz(!)"
İşte "iman" böyle bir şey(!)
Umutla, itizalle ve devrimle"
--------------------------------------
Dipnotlar:
1- Ali Şeriati, İbrahim'le Buluşma, Fark Yay., Çev: A. Eymen Reyli, s. 28
2- İbn-i Haldun, Mukaddime, c. 3, Böl. 5, s. 785-786
3- Hikmet Kıvılcımlı, 15.10.1957 Eyüp Meydanı Konuşması
4- George Frankl, Batı Uygarlığı (Ütopya ve Trajedi), Çev: Yusuf Kaplan, Açılım Kitap, Ekim 2003/İstanbul, s. 156
5- George Frankl, a.g.e, s. 155
mutezil