Kim takar bu gazeteleri, kim takar?
En çok satan ve etkili olması beklenen gazetelere göz gezdirmeye gerek duymayan önemli siyasetçi kim?
Taha Kıvanç - Yeni Şafak
Kim takar bu gazeteleri, kim takar?
Dün bizim gazetede de haberi vardı: Hafta sonunda Atina'daki 'Yeni Akropol Müzesi' için yapılacak açılış törenine Türkiye'den Başbakan Tayyip Erdoğan katılacaktı; rahatsızlığı sebebiyle son dakikada iptal edildi gezi... Yunan gazetelerinden bazıları, ertesi gün, "Erdoğan Atina'da soğuk karşılandı; Karamanlis-Bakoyannis ikilisi ile arası açık" anlamına gelecek haberlerle çıktı...
Yunan kamuoyu haklı olarak şunu soruyormuş: Erken baskıya giren gazetelerin son dakika iptalini öngöremeyip şişirme bir haber yapması fazla garip değil; garip olan, yapılmamış bir görüşmenin 'soğuk geçtiği'nin öngörülmesi... Bu öngörünün altında ne yatıyor?
Ben söyleyeyim: Yunanistan'da uygulanan farklı bir 'akreditasyon' alışkanlığı yatıyor...
Eskiden İngiltere'de de aynı sistem uygulanırdı, İngilizler vazgeçtiler, Yunanlılar devamda: Tayyip Erdoğan'ın Atina ziyareti gibi önemli bir olaydan önce Başbakanlık tarafından çağrılan 'akredite' gazetecilere, neler konuşulacağı, nasıl davranılacağı anlatılır; onlar bu ön bilgiyle izler olayı... Yunan medyası bu yanlış uygulamanın sona erdirilmesi için hayırlı bir vesile saymalı Tayyip Bey'in gezisini ertelemesini...
Bu olay beni yıllar öncesine, Turgut Özal'lı döneme ve gazeteler arasındaki çetin rekabete götürdü.
Rahmetli Özal da elinden geldiğince tahrik ederdi gazeteler ve gazeteciler arasındaki rekabeti... Bazı gazetecileri gecenin bir vakti telefonla aradığı bilinir de, neden daha uygar bir vakitte aramadığı, sabaha yakın bir saatte gazeteciyle konuşma ihtiyacını neden duyduğu pek bilinmez. Turgut Bey'in en çok aradıkları, ya en sevdiği yazarlar, ya da en fazla satan ve en etkili bilinen gazetelerin yönetmenleri olurdu.
Geceyarısı görüşmelerinin sebebi basitti aslında: Belli başlı gazeteleri geceden, baskıdan çıkar çıkmaz gözden geçirme alışkanlığı vardı Özal'ın; işi belli bir saatten sonra matbaa matbaa dolaşıp Özal için gazete toplamak olan bir ekibi bulunuyordu.
Gece okuduğu gazetede takıldığı bir haber ya da yorum varsa, yayın yönetmeni veya yazarı ânında arayarak görüşlerini aktarırdı Turgut Bey... Bazen yanlış bir haberi, ya da ileride olumsuz sonuçları olabilecek bir yorumu şehir baskılarından çıkartmayı sağladığı da olurdu.
Konunun önemi şurada: Bundan bir süre öncesine kadar gazeteler başbakan ve cumhurbaşkanı düzeyinde ilgi gören, haberleri ve yorumları ciddiye alınan önemli fikir yayma araçlarıydı; şimdilerde ise siyasiler ve devlet adamları üzerinde pek etkisi yok... En çok satan ve en etkili olması beklenen gazetelere göz gezdirmedikleri gün çok oluyor, en tepedeki devlet adamlarının...
Önemli bir siyasetçiyle konuşurken bu izlenimi alınca "Neden?" diye sordum. Cevabı vermek için bir örnek gazete getirtti. Daha ilk sayfadan başlayarak gazetenin öndegelen yazarlarını "Bunu neden okuyayım, ya bunu?" diye didiklemeye başladı. Koskoca gazetede okunmaya değer sadece bir (1) yazar kaldı hesabınca... "O bir tek yazarı okumak için bu kadar kalabalık sayfayı çevirme zahmetine katlanmamı beklemezsiniz herhalde" dediğinde, ben sustum...
Siyaset adamları basamakları tırmanırken medyadaki herkesle ilgili bir kanaat sahibi de oluyor; pek de olumlu olmayabiliyor o kanaat...
Yazarlar elbette geniş bir okur kitlesi için yazarlar yazılarını; ancak en az o kadar -hatta daha fazla bir dertleri de- ülkeyi yöneten kişileri etkilemektir.
Oysa görüyorsunuz, çok satan gazetelere önem veren, oralarda çıkan yazılardan etkilenmeye açık kişiler oturmuyor devletin önemli koltuklarında... Uzun bir süre bu durumun farkında değildi yazar-çizer takımı ve kılıcı dik tutuyordu; farkına varmaları onları kendi keyiflerince takılmaya yönlendirdi. Ciddi yazılar çıkması beklenecek köşelerde tuhaflıklar sergilenmesi bu yüzden...
Geçenlerde çok satan bir gazetenin çok okunduğu varsayılan bir yazarı, gazetesinin iki 'önemli' bilinen yazarı için, "Kadın olsalardı, çoktan soyunmuşlardı" diye yazdı.
Mizahi bir dokunduruş, değil mi? Oysa benim çevremde hemen herkes "Doğru yazmış" diye ciddiye aldı o dokundurmayı...
Bir tanıdığım "Bu işin milâdı 28 Şubat'tır" der durur... Tezi şu: Medyanın manipülatif yapısı o döneme kadar gözlerden saklanabiliyordu; ilk kez 28 Şubat'ta aslında 'tek tip bir medya yapısı' olduğu ortaya çıktı. Güç karşısında eğilen, emir ve talimatla hareket eden bir medya... O gün bu görüntüyü verenler medyada hâlâ yetkili konumdalar. "Onları gören nasıl saygı göstersin ki?" diye sorar tanıdığım...
Bir sorusu da şu: Turgut Bey sağ olsaydı, bugün de aynı titizlikle takip eder miydi gazeteleri?
Ne dersiniz, eder miydi?
Kim takar bu gazeteleri, kim takar?
Dün bizim gazetede de haberi vardı: Hafta sonunda Atina'daki 'Yeni Akropol Müzesi' için yapılacak açılış törenine Türkiye'den Başbakan Tayyip Erdoğan katılacaktı; rahatsızlığı sebebiyle son dakikada iptal edildi gezi... Yunan gazetelerinden bazıları, ertesi gün, "Erdoğan Atina'da soğuk karşılandı; Karamanlis-Bakoyannis ikilisi ile arası açık" anlamına gelecek haberlerle çıktı...
Yunan kamuoyu haklı olarak şunu soruyormuş: Erken baskıya giren gazetelerin son dakika iptalini öngöremeyip şişirme bir haber yapması fazla garip değil; garip olan, yapılmamış bir görüşmenin 'soğuk geçtiği'nin öngörülmesi... Bu öngörünün altında ne yatıyor?
Ben söyleyeyim: Yunanistan'da uygulanan farklı bir 'akreditasyon' alışkanlığı yatıyor...
Eskiden İngiltere'de de aynı sistem uygulanırdı, İngilizler vazgeçtiler, Yunanlılar devamda: Tayyip Erdoğan'ın Atina ziyareti gibi önemli bir olaydan önce Başbakanlık tarafından çağrılan 'akredite' gazetecilere, neler konuşulacağı, nasıl davranılacağı anlatılır; onlar bu ön bilgiyle izler olayı... Yunan medyası bu yanlış uygulamanın sona erdirilmesi için hayırlı bir vesile saymalı Tayyip Bey'in gezisini ertelemesini...
Bu olay beni yıllar öncesine, Turgut Özal'lı döneme ve gazeteler arasındaki çetin rekabete götürdü.
Rahmetli Özal da elinden geldiğince tahrik ederdi gazeteler ve gazeteciler arasındaki rekabeti... Bazı gazetecileri gecenin bir vakti telefonla aradığı bilinir de, neden daha uygar bir vakitte aramadığı, sabaha yakın bir saatte gazeteciyle konuşma ihtiyacını neden duyduğu pek bilinmez. Turgut Bey'in en çok aradıkları, ya en sevdiği yazarlar, ya da en fazla satan ve en etkili bilinen gazetelerin yönetmenleri olurdu.
Geceyarısı görüşmelerinin sebebi basitti aslında: Belli başlı gazeteleri geceden, baskıdan çıkar çıkmaz gözden geçirme alışkanlığı vardı Özal'ın; işi belli bir saatten sonra matbaa matbaa dolaşıp Özal için gazete toplamak olan bir ekibi bulunuyordu.
Gece okuduğu gazetede takıldığı bir haber ya da yorum varsa, yayın yönetmeni veya yazarı ânında arayarak görüşlerini aktarırdı Turgut Bey... Bazen yanlış bir haberi, ya da ileride olumsuz sonuçları olabilecek bir yorumu şehir baskılarından çıkartmayı sağladığı da olurdu.
Konunun önemi şurada: Bundan bir süre öncesine kadar gazeteler başbakan ve cumhurbaşkanı düzeyinde ilgi gören, haberleri ve yorumları ciddiye alınan önemli fikir yayma araçlarıydı; şimdilerde ise siyasiler ve devlet adamları üzerinde pek etkisi yok... En çok satan ve en etkili olması beklenen gazetelere göz gezdirmedikleri gün çok oluyor, en tepedeki devlet adamlarının...
Önemli bir siyasetçiyle konuşurken bu izlenimi alınca "Neden?" diye sordum. Cevabı vermek için bir örnek gazete getirtti. Daha ilk sayfadan başlayarak gazetenin öndegelen yazarlarını "Bunu neden okuyayım, ya bunu?" diye didiklemeye başladı. Koskoca gazetede okunmaya değer sadece bir (1) yazar kaldı hesabınca... "O bir tek yazarı okumak için bu kadar kalabalık sayfayı çevirme zahmetine katlanmamı beklemezsiniz herhalde" dediğinde, ben sustum...
Siyaset adamları basamakları tırmanırken medyadaki herkesle ilgili bir kanaat sahibi de oluyor; pek de olumlu olmayabiliyor o kanaat...
Yazarlar elbette geniş bir okur kitlesi için yazarlar yazılarını; ancak en az o kadar -hatta daha fazla bir dertleri de- ülkeyi yöneten kişileri etkilemektir.
Oysa görüyorsunuz, çok satan gazetelere önem veren, oralarda çıkan yazılardan etkilenmeye açık kişiler oturmuyor devletin önemli koltuklarında... Uzun bir süre bu durumun farkında değildi yazar-çizer takımı ve kılıcı dik tutuyordu; farkına varmaları onları kendi keyiflerince takılmaya yönlendirdi. Ciddi yazılar çıkması beklenecek köşelerde tuhaflıklar sergilenmesi bu yüzden...
Geçenlerde çok satan bir gazetenin çok okunduğu varsayılan bir yazarı, gazetesinin iki 'önemli' bilinen yazarı için, "Kadın olsalardı, çoktan soyunmuşlardı" diye yazdı.
Mizahi bir dokunduruş, değil mi? Oysa benim çevremde hemen herkes "Doğru yazmış" diye ciddiye aldı o dokundurmayı...
Bir tanıdığım "Bu işin milâdı 28 Şubat'tır" der durur... Tezi şu: Medyanın manipülatif yapısı o döneme kadar gözlerden saklanabiliyordu; ilk kez 28 Şubat'ta aslında 'tek tip bir medya yapısı' olduğu ortaya çıktı. Güç karşısında eğilen, emir ve talimatla hareket eden bir medya... O gün bu görüntüyü verenler medyada hâlâ yetkili konumdalar. "Onları gören nasıl saygı göstersin ki?" diye sorar tanıdığım...
Bir sorusu da şu: Turgut Bey sağ olsaydı, bugün de aynı titizlikle takip eder miydi gazeteleri?
Ne dersiniz, eder miydi?