Meslek Kişiyi Nasıl "Artistleştirir" ?

Meslek Kişiyi Nasıl "Artistleştirir" ?

Bir Zen hikâyesidir. Öğrenci üstadına sorar: “Ego nedir?” Üstad yüzünü buruşturarak “Ne kadar aptalca bir soru! Bunu sadece bir aptal sorabilir.” der. Bu cevap karşısında öğrenci allak bullak olur, kıpkırmızı kesilir. Bunun üzerine hocası gülümser ve şöyl

Mimarlık, öğretmenlik, doktorluk, din adamlığı, askerlik, polislik, yazarlık, gazetecilik, akademisyenlik, sanatçılık ve özel kalem müdürlüğü gibi bazı meslekler, icra edeni ister istemez bir ego zırhına büründürüyor. Bir meslek defosu olan ego sizde de var mı acaba?

Bir Zen hikâyesidir. Öğrenci üstadına sorar: "Ego nedir?" Üstad yüzünü buruşturarak "Ne kadar aptalca bir soru! Bunu sadece bir aptal sorabilir." der. Bu cevap karşısında öğrenci allak bullak olur, kıpkırmızı kesilir. Bunun üzerine hocası gülümser ve şöyle der: "İşte ego budur!"

Her ne kadar bu bir hikâye olsa da gerçek hayatta bu türden durumlarla sık sık karşılaşırız. Bir hastaneye gittiğinizde beyaz önlüğün verdiği karizmasına canınızı emanet ettiğiniz bir doktor, askerlikte karşınıza üniformasıyla çıkan bir rütbeli asker, her şeyi bilen muamelesi yaparak sorular sorduğunuz bir gazeteci ya da yazar, adliye dışında bile mesleği sayesinde itibar ve ilgi göstermek durumunda kaldığınız hâkim veya savcı, yabancı terimler kullanarak 'bu işi en iyi ben bilirim' edasıyla televizyonda konuşan bir akademisyen.... Gerek sahip olduğu bilgiden gerekse kanunun ona verdiği statüden kaynaklanan bir üstünlüğe sahip olan birçok insan; hâl, hareket ve tavırlarıyla mesleklerine özgü davranış modeli sergiler ve karşısındaki insana bunu hissettirmekten geri durmaz. Çoğu kez sert, kırıcı ve karşısındaki insanı aşağılayıcı mahiyet taşıyan bu hareketleri onlara ihtiyacımız olduğu için görmezden gelir, sahip oldukları egoyu mesleklerinin bir gereği sayarız. Biz saymasak bile bir süre sonra bu mesleğin öyle davranmakla icra edilebileceği fikrini zihnimize yerleştirirler. Ancak mesleki olgunluğa erişemeyen insanlarda görülen ve ego zırhına bürünerek ortaya çıkan bu meslek defosu çoğu zaman kişiyi narsistlik boyutuna kadar taşıyabilir. Çünkü bir özgüven değil, egodur. Birincisi farkında olmayı sağlarken diğeri kendini bilmemezliğin yolunu aralar. Egosu şişik insanların bunu 'özgüven' olarak meşrulaştırmaya çalıştıklarını da kayıtlara geçirmeliyiz. Mesleki olgunluğa ulaşan insanlar mütevazı olup karşısındakiyle empati kurabilirken, ego sahibi insan ukala olarak algılanabilir ve iş dışında da benzer tavırlarını sergilemekten kaçınmaz. O artık hayata kendi mesleğinin giysisi ile bakar. İşyerinde asker, polis veya doktorken evinde ve gündelik hayatta da bu rolünü sürdürür. Tabii ki bu rolünün sürmesini de çoğu kez toplum sağlar. Dışarıda da mesleğine göre taltif ve statüsüne uygun muamele ettiğimiz için insanların o elbiseden sıyrılmasına müsaade etmeyiz. Bizim için doktor her yerde doktor, gazeteci her daim gazeteci, polis her zaman polistir. Hâliyle bu durum insanın mesleki egosundan sıyrılmasına mâni olur. Tabii işiyle hayatı arasına set çekebilen, olgunluğa erişmiş ve kendini geliştirmiş insanlar müstesna...

Belli meslek gruplarına mensup insanların işleriyle dışarıdaki rolleri karıştırmalarının kişilik bozukluğu olduğuna dikkat çeken Nöropsikiyatri Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı ve Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Prof. Dr. Nevzat Tarhan, rolleri karıştıran kişilerin yeterli olgunluğa sahip olmadığını kaydediyor. "Ben değişmem, böyleyim. İkiyüzlü davranamam, politik olamam. Her yerde aynıyım." diyen insanların psikolojik destek alması gerektiğini belirten Tarhan, "Mesleki egonun en yüksek yaşandığı meslekler doktorluk, üst düzey askerlik ve din adamlığı. Çünkü üç meslekte de sorumluluk çok ve hata riskini kaldırmaz. Eğitimleri boyunca sürekli yaptıkları iş yaşam bütünü hâline getirildiği için sivil hayatta da mesleklerinden sıyrılamazlar. Bunlar eğitimdeki yanlışlardır. Mesleğin getirdiği bu hastalıklarla kişi baş edebilmelidir. Kişisel alçak gönüllülükle mesleki idealistliği bir arada tutarlarsa başarılı olabilirler." diyor ve ekliyor: "Mesleğimiz bizim cildimiz değildir, kıyafetimizdir. Cilt değişmez; fakat kıyafetimiz her yerde değişebilir."

Peki, kıyafet değiştirmesi zor meslekler hangileri? İnsanlar daha çok hangi mesleklerde ego ile özgüveni karıştırıyor ve ne gibi defolara sahipler? Çeşitli meslek gruplarına ilişkin, toplumda var olan algıları ve kendi gözlemlerimizi sizler için derledik. Bunları haberimizin kutularında detaylıca okuyabilirsiniz. Tabii mesleğinde belli bir seviyeye gelmiş, ego gömleğini sıyırmış, mütevazı meslek erbaplarını bir kenarda tuttuğumuzu da hatırlatıyoruz.

FOTO MUHABİRLERİ VE KAMERAMANLAR:

"Bana egonun fotoğrafını çekebilir misin Abidin?" diye sorduğunuz kişinin de bu meslek defosuyla baş etmek zorunda olduğunu unutmayın. Büyük fotoğraf makineleri herkeste olmadığı için onları göstermekten büyük zevk duyarlar. Makineleriyle ilgi uyandırdıklarını hissederler. Resmî bir programda saygı duruşunda durmamaları, İstiklal Marşı okumama özgürlükleri olan yegâne kişilerdir. Bu da onların her ortamda istediği gibi davranmalarının yolunu açar. İnsanları objektifleri sayesinde yönlendirdikleri için bunlar silahları gibidir. Bir devlet yetkilisine yahut ünlü bir iş adamına çekim sırasında "Şöyle dur, böyle dur" diyerek her şeyi yaptırma güçlerini çok severler. Bu onlara haz verir.

YAZAR VE ŞAİRLER:

Yazdıklarıyla bir evren inşa ettiğini düşünen yazar ve şair sayısı hiç de az değildir. Sahip oldukları yeteneğin birçok insanda olmaması, kitaplarının çok okunması bir şair ve yazarı ayrıcalıklı kılar. Bir şey üretiyor olmak, bunu ben yaptım noktasına taşır bu insanları. "Bu dünyayı ben kurdum, bu kadar insan beni okuyor" duygusu her daim hâkimdir. Hâliyle her yerde, her zaman tek olmak isterler. Kendi yazdıklarının o alanda en iyisi olduğunu düşünürler. Başkalarının söylediklerini ya da yazdıklarını çok da önemsemezler. Söylenebilecek her şeyi sözüm ona kendileri söylemiştir zaten. Gittikleri yerde özel ilgi beklerler. Toplumun yazarı görmek istediği hâl ve saygınlığa bürünürler. Halk onları nasıl görmek istiyorsa öyle görünmeye çalışır. Zaten öyle pek ortalıkta dolaşmazlar. Okurlarıyla karşılaştıklarında seçkinci ve elitist bir yaklaşım gösterirler. Onlara göre herkes yanlış biliyordur. Özellikle romancılar birbirlerini genelde pek sevmezler.

ÖĞRETMENLER:

Sınıf ve okul aidiyeti vardır öğretmenlerde. "Burasının kralı benim; bu çocuk benden sorulur" duygusu ile hareket ederler ve bunu öğrencinin ailesine de yansıtırlar. En küçük bir itirazda "Bana işimi öğretmeyin!" sözü en çok tekrar ettikleri şeydir. Toplumda öğretmenlere karşı bir saygı vardır ve o saygıyı her yerde görmek, "Öğretmenlik kutsal meslektir." sözünü her yerde duymak ister, duymazsa üzülürler. Hazırladıkları yazılı soruları kesinlikle en iyi yazılı sorularıdır. Öğrenciler bir yanlış bulup söyleseler asla kabul etmezler. Üstelik "Öğretmen sen misin, ben miyim?" diye çıkışırlar. "Bu çocuk benim verdiğim notu alacak, fazladan bir 5 vereyim" duygusu hâkimdir. Not, kendi egosunu tatmin eder. Matematikçiler, pek kimsenin anlamadığı bir şeyi bilmeleri; Türkçe öğretmenleri, bütün sosyal içerikli program ve törenlerde aranır kişiler olmaları; İngilizce öğretmenleri ise yabancı bir dile hâkim olmalarından kaynaklanan öğretmenler arası bir statü egosuna sahiptirler.

POLİSLER:

En büyük egoları üniformalarıdır. Kendilerini halkın koruyucusu olarak görürler ve halktan da kendilerini böyle görmelerini beklerler. Kırmızı ışıkta geçseler de bir kural ihlali yapsalar da bunun halk için yapıldığının düşünülmesini isterler. Yanlış yaptıklarını kabullenmezler. Halkın üniforma korkusu da bu egolarını şişirir. Bir polisin en nefret ettiği cümle "Sen kim oluyorsun?" cümlesidir. Bu cümleyi kaldıramazlar. Polislerde var olan ego, kanunların şişirdiği bir egodur. Belediye otobüsünde kart gösterirken bile kasılırlar. Genelde de kart göstermezler zaten, üniformaları yeterlidir. Silahlarının olması da ayrı bir güç ve karizma verdiği için kendilerini ayrıcalıklı ve güçlü görürler. Yer yer şiddete başvurmaları, karşısındaki vatandaşı azarlamaları, sürekli emir verir tonda konuşmaları sıkça rastlanan durumlardır. Kanunu temsil ettiklerini ve öyle davranmak zorunda olduklarını düşünürler. Toplumun huzurunu kendilerinin sağladığını düşündükleri için her şeyi yapmaya da kendilerini yetkili addederler. Herkesi durdurma ve sorgulama haklarına sahip olduklarını düşünen polisler için hayat ayrıcalıklıdır.

ASKERLER:

Askerler her ne kadar toplumun dışında bir hayat sürdürseler de rütbenin verdiği bir egoya sahiptirler. Askere yeni gelen birini ezmeye çalışır ve güçlerini ispatlama yoluna giderler. Kendilerini sivil insanlardan ayrıcalıklı ve üstün bulurlar. "Onlara vatan emanet edilmiştir ve kendileri olmazsa vatan diye bir şey olmaz" diye düşünürler. Bu yüzden de ne yapıyorlarsa vatan için yapıyorlardır. Onlara göre siviller hiçbir şeyden anlamaz ve eğitilmeye muhtaçtır. Lise mezunu bir uzman çavuş bir doktora emirle istediğini yaptırabildiği için bunu kullanma eğiliminde olan çok kişi vardır. Kendi güçlerini ve önemlerini kavratmak için de askerlik yapanların burunlarını sürtmeye çalışırlar. Egoları kademelerine göre değişir. Herkes hiyerarşik olarak astına emir verir ve onu ezmeye çalışır. Askerler arasında var olan hiyerarşik ego, eşler arasında da aynı rütbe ile devam eder. En üst noktası, komuta kademesindekilerin siyasilere had bildirmesi şeklinde tecelli eder; daha doğrusu ederdi. Hukukun işler hale gelmesiyle durum değişti.

DOKTORLAR:

Zor ulaşılan ve herkesin giyemediği bir elbise olduğundan beyaz önlüğün karizması ve belirgin bir gücü vardır. Hayat kurtardıkları ve insanlar onlara muhtaç olduğu zehabıyla kendilerine kutsallık atfederler. Egoları kendilerine karşı duyulan acziyetle perçinlenir. En kızdıkları şey teşhis ve tedavilerinin sorgulanmasıdır. "O kadar biliyorsan..." kalıbıyla insanları terslerler. Özellikle küçük il ve ilçelerde çok hürmet gösterilen bir meslek olduğu için buralarda ağırlığı vardır ve hastane dışında da çok itibar görürler. İş önlüklerini kolay kolay çıkaramazlar. Onlar her yerde doktor olduğu için arkadaş toplantısında bile herkes kendi hastalıklarını sıralamaya başlar. Bazıları bilgilerini göstermek, bazıları da gerçekten yardım etmek istedikleri için doktorluk mesleğini dışarıda da sürdürürler. Hemşirelerde de zaman zaman kendilerini doktor zannetme ve o role bürünerek davranma biçimi görülür.

GAZETECİLER:

Meslek egosu en şişkin gruplardan biridir gazetecilik. En büyük defoları her şeyi bildikleri duygusudur ve her konuda yorum yapmaktan çekinmezler. Her gün farklı kişilerle ve konularla muhatap oldukları için her konudan yüzeysel olarak bilgi sahibi olurlar ve bu da birçoğunu her şeyi bildiği noktasına taşıyabilir. Röportaj yaptığı kişiye soru sorarken bunu hissettirirler. Aslında malumatfuruşturlar; ama bir toplulukta birçok şey onlara sorulduğu için her konuda ahkâm kesmeye bayılırlar. İşleri gereği gündemdeki hiçbir konuyu ıskalamak istemedikleri için birçok konudan haberdardırlar. Bu da onları bir insan topluluğu içinde söz sahibi yapar. Bilmediği birçok konuda bile söyleyecek bir sözü vardır ve konuşurlar. "O konuyu bilmiyorum." sözünü pek kullanmazlar. Dedikodu huyları çok fazladır. Olaylarla ilgili polemik yapmayı, komplo teorilerine bel bağlamayı severler. Toplumda birçok insanın ulaşamadığı her mevkideki insana rahatlıkla ulaşılabiliyor olmaları bir ego ve özgüven oluşturur. Kendilerini çok büyük ve önemli bir insan sayma hastalığına çabuk yakalanırlar. Yazmanın, haberin gücünün farkındadırlar. Yazdıklarıyla dünyayı değiştirdiklerini zannetme derecesine götürebilirler işi. Sinirlendikleri bir olay karşısında muhatabına ilk söyledikleri şey, "Bunu haber yapayım da görün siz." sözüdür. Basın kartları cüzdanlarının en görünür kısmındadır. Her fırsatta göstermekten haz alırlar.

MİNİBÜS VE İETT ŞOFÖRLERİ:

'Herkesi biz taşıyoruz' duygusu hâkimdir şoförlerde. Senin ananı, babanı da biz taşıyoruz' duygusu hâkim olduğu için yol her zaman onların hakkıdır. Diğer insanların geçiş üstünlüğünü filan umursamazlar. Öncelik her daim onlarındır ve bu hususta trafik kurallarını da ihlal etmekten geri durmazlar. Sürekli trafikte ve insanlarla muhatap oldukları için patlamaya hazır barut fıçısı gibidirler. Tartışmaya gelmezler. Kavgaya hazırdırlar zaten.

ÖZEL KALEM MÜDÜRLERİ:

Vali, kaymakam veya bölgenin en büyük mülki amirinin özel kalemleri de kendilerini en az hizmet ettikleri kişi kadar ehemmiyetli sayar. O makamdaki kişilere ulaşmanın yolunun kendilerinden geçtiğini bildikleri için zaman zaman kendilerini vali, kaymakam gibi görebilirler. İstekleri bazen kafasına göre reddeder veya kabul ederler. Dışarıda da temsil ettiği önemli kişiye gösterilen hürmeti beklerler.

MAKAM ŞOFÖRLERİ:

"En önemli adamı ben taşıyorum" duygusu hâkimdir makam şoförlerinde. Gittikleri yerde de özel ilgi ve taşıdığı kimseye gösterilen protokolü bekleyebilirler. Aynı zamanda bir makamdaki odacı ve çaycılar da kendilerini olduğundan yüksekte görebilir.

SPORCULAR:

Herkesin gözünü diktiği ve ekrandan izlediği bir mesleği yaptıkları için yıldızdırlar ve egoları yüksek olur. Özellikle futbolcularda maç anında ego tavan yapabilir. Bir gol pozisyonunda skoru üretecek boştaki arkadaşına topu vermeyip golü kendisi atmak istemesi sık rastlanan bir durumdur. Bir ortama girdiklerinde bütün bakışları üzerinde hisseder, ona göre davranırlar. Aksi durumda agresifleşirler. Çok konuşulan kimseler oldukları için genelde insanlarla muhabbetten uzaktırlar. Kendi dünyalarında yaşarlar. Basketbolcular, futbolculara göre daha kültürlü ve kendilerini geliştirmiş insanlar olarak bilinir. Mütevazıdırlar. Bir görüş almak için telefon açtığınızda bile bu nezaketi kolaylıkla anlamak mümkündür.

ZABITALAR:

Halk nezdinde polisler kadar ciddiye alınmadıkları için bunun ezikliğini duyarlar. Güçlerini ve egolarını zaman zaman seyyar satıcılar üzerinde gösterebilirler. "Buralar bizden sorulur" düşüncesi her daim hâkimdir.

HÂKİM VE SAVCILAR:

Kendilerini devlet otoritesini sağlayan kişiler olarak gördükleri için otoritelerinin sarsılmasının devlete zarar vereceğini düşünürler ve bu yüzden hep ciddi görünürler. Ellerindeki kanun gücü onları sarsılmaz bir ego ile çevreleyebilir. Küçük il ve ilçelerdeki yöneticiler arasında yaşanan otorite üstünlüğü yarışı, hâkim ve savcıları da etkiler. Resmî ve halkla kaynaşılan umuma açık törenlerde kaymakam, belediye başkanı ve adli işlemlerde kendilerinden emir alan komutanın protokolü selamlaması, ayrıca protokolde komutanın kendilerinin önünde oturması onları ciddi şekilde rahatsız eder. Resmî törenlere ya katılmazlar ya da o esnada tavır koyma yoluna giderler. Adaleti tarafsız bir şekilde sağlamak zorunda oldukları için halkla ahbap çavuş ilişkisine girmezler, insanlarla samimi olmazlar ve araya hep mesafe koyarlar. Hâkimler avukat azarlamayı severler ve aralarında kan ve kanun uyuşmazlığı mevcuttur.

AKADEMİSYEN VE BİLİM ADAMLARI:

Kendilerini bulundukları alanla ilgili konuşmaya tek yetkin kişi olarak görürler. Halkın anlamadığı yabancı terimlerle konuşmayı severler ve bu onlara haz verir. Sonra da "Halkın anlayacağı bir dille söylemek gerekirse..." diye başlayan cümleler kurmaya bayılırlar. Söyledikleri her söz kutsal ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez hükmündedir. Çünkü bilimsel konuştuklarını varsayarlar. Öğrencilere ve asistanlara kan kusturmayı severler. Kariyerlerini kasıntı çemberinin içinde muhafaza ederler.

SANATÇILAR:

"Sanatçı ego sahibi olmalıdır zaten" cümlesi en veciz sözleridir. Binlerce insana bir sahnede yahut ekranda hitap ediyor olmak onları her daim ego bulutlarının üzerinde dolaştırır. Hep göz önünde olmanın getirdiği mikrofon uzatılan bir kişi olmak, kendilerini dünyanın en önemli kişisi olduklarına ikna etmeye yeterlidir.  Bu yüzden hep ulaşılmaz biri olmayı seçerler, kendi mekânlarında ve semtlerinde takılırlar. Narsistlik en çok sanatçılarda ortaya çıkar. 'Ben diğerlerinden farklıyım' düşüncesi beyinlerinin etiketidir. Kibirlidirler.

MİMARLAR:

Bir mimarın en iyi inşa ettiği şey egosu da olabilir. Değiştirme, ikna etme, inşa etme yetisi vardır. Kendisinden izleri maddeler dünyasına bırakabileceğine ve maddeye hükmedebileceğine inanır mimarlar. Narsist eğilimler gösterebilirler. Bir şeyi yoktan var ettiklerini zannettikleri için kendilerinde tanrısal bir güç görürler. Detaylarla uğraşmanın dayanılmaz ağırlığı eğitimde de pohpohlandığı için yaptıkları her işi önemserler. Havalı bir meslek olması ve medeniyetin mimari ile başladığı kabulü onları kibirli yapar. Kontrol fetişistidirler. Mimari biçimin insanları sınıflara ayırması gibi, mimarlar da kendilerini diğer insanlardan farklı ve üstün görürler.

DİN ADAMLARI:

Din adamlarında manevi sorumluluk olduğu için, her şeyde bir eksiklik ve kusur ararlar. Karşısındaki insanla ilgili fazla eleştirel davranırlar ve soruna odaklanırlar. Dayanak noktaları din olduğu için sözlerinin dinlenmesini isterler. Bilgilerinden dolayı özellikle televizyona çıkıyorlarsa kibirlenebilirler. Kendi düşüncelerini haklı çıkarmak için ayet ve hadisleri, düşüncelerine uygun tefsir edip yorumlayabilirler.  Kendi sözlerini, ilahi buyrukla karıştırabilirler. İnsanlar için en büyük korku ebedî hayatı kaybetmek olduğundan, onun anahtarını elinde tuttuğunu sanarak egoya kapılabilirler. Medyatik figür hâline gelmek, din konusunda daha az bilgili insanlarla muhataplığı getirir. Bu da egoyu daha bir şişirir. Cami cemaatine tevazu kılıflı enaniyet ancak gösterilebilirken, televizyon cemaatinde kılıfa da ihtiyaç duymazlar.

AŞÇILAR:

Yaptıkları yemeğin dünyanın en iyi yemeği olduğunu düşünürler. Her şeyi tamdır. Beğenmediyseniz bu, yemeğin kötü olmasının değil, sizin yemekten anlamadığınızın işaretidir. Eleştiriye tahammülleri yoktur. Eleştirdiğiniz zaman sinirlenirler ve neden öyle olduğuna dair dünyadan örnekler sıralayarak size cevap verirler. Aşçı elbisesi üniformalarıdır ve çıraklarının da buna itaat etmesini beklerler.


Prof. Dr. Nevzat Tarhan (*): Doktor, asker ve din adamlarının egosu yüksektir

-Kişilerin icra ettikleri meslekten kaynaklanan bir çeşit ego zırhı var. Bu egoya ya da defoya uygun davranmak kişilik bozukluğu mudur? Yoksa mesleğin getirdiği zorunluluk mudur?

Mesleğin gerektirdiği gibi davranmak ayrı, kişinin bunu devam ettirmemesi ayrıdır. Mesleğini eve taşımak, başka ortamlara taşımak normal değil. Son yapılan beyin çalışmalarında kişisel gelişimciler ve yönetim değişimciler rol yapın derler mesela. Evde çocuk hasta ise bunu hissettirmeden mesleğine uygun rol yapmak beden diline yansımaz. Bir müddet sonra ondan samimiyetsizlik ortaya çıkar. Ses tonu konuşma biçimine yansır ve bu olumsuzluk oluşturur. Bunun yerine nöropsikolojik yaklaşım önerilir. Kişi hangi konumdaysa beyninde o network harekete geçer. Kişi eş, baba, yönetici rolünde ise beyinde ona göre yapılanma oluşur. Eve gelince rol değiştirerek evde o otoriter figür yerine baba rolüne girer. Tanıdığım bir albay vardı, "Şu kadar asker ne dersem yapıyor; ama benim oğlan beni dinlemiyor." diyordu. Çocuk onu evde pijamalı görmüş, nasıl farklı davransın? Karıştırılan roller baba çocuk çatışmalarını ortaya çıkartır. Yatak odasındaki rolle misafir odasındaki rolleri içselleştirerek yaşamalı, bu ikiyüzlülük değildir. Kişi bunu karıştırıyorsa o rolle ilgili yeterli olgunluğu yok demektir. 'Ben değişmem, böyleyim; ikiyüzlü davranamam' diyorsa kişilik bozukluğu olabilir. Bu politik olmak değildir.

-Bu kişilik bozukluğu ise bunu törpülemek için kişilerin ne yapması gerekiyor?

Bu kişiler isterlerse rehberlik hizmetleri alabilirler. Büyük şirketleri yöneten CEO'lara mali, hukuki ve psikolojik danışmanlık önerilir. Bu, hatayı azaltan bir şey.

-Kadın ve erkeklerde ne gibi farklılığa yol açar ego? Kadınlar daha fazla ego sahibi mi?

Kadın ve erkeğin psikolojik savunmaları ve beyinsel eğilimleri farklı. Kadında sağ, erkekte sol beyin baskın çalışır. Erkekte mantık, kadında duygu etkili. Bir kadın erkeklik rolüne uygun iş seçerse ona uygun davranarak başarılı olabilir. İşin başına geçtiğinde dişiliğini ikinci plana bırakması lazım, maskülen bir tavra girmeli. Ancak öyle söz geçirmeye ve disiplin sağlamaya başlar. Böyle durumda o kişinin kendini geliştirmesi gerekir. Geliştiremezse onun dişi rolü eksi olarak öne geçer.

Bunlar öz eleştiri yapamaz, kendini değiştiremez ve esnek olamazlar. İletişimde çatışmalara giderler, bunu bilerek yapmazlar. İşyerinde kişilik bozukluğu olan kişiler hasta değildir; ama sosyal sorunları çoktur. Farkında olmadan altındakilere baskı uygular. İşi önemser ve ego odaklıdırlar.

-Mesleki egolar kişinin gelişmesine engel midir?

Zihinsel esnekliği gösteremedikleri için sağlıklı iletişim kuramazlar ve bu da verimi düşürür. İşin sürdürülebilirliğini azaltır. İş yerinde ikinci kişi olmalarını sağlamak lazım bunların, yoksa çatışma çıkar. Birinci kişi olurlarsa çalışanlarına kalp krizi geçirtirler. Empati yoksunu olurlar. Esnek değildirler. Hep kendileri konuşur, sadece kendi düşüncelerini önemserler. Çok da çalışırlar, güçlü ve başarılıdırlar. Anadolu'da 'Evin iyisi, evin ayısıdır' derler ya. Bu egoya sahip kimseler yakınlarını eleştirirler sürekli, özgüvenini kırar, değersizleştirir, genelleştirirler.

-Sizin rastladığınız kişiler arasında ego daha çok hangi meslek grubunda ortaya çıkıyor?

Sağlık mesleğinde hekimler yönetici olunca ego üst seviyeye çıkar. Askerler ve polisler ile din adamlarında ego çoktur. "Aşçının hatasını maydanoz, terzinin hatasını ütü, doktorun hatasını toprak örter" derler ya, hata yapma konusunda dikkatli oldukları için çok titiz davranırlar. Doktorlar ameliyatlarda bütün doktorları inletirler. Ameliyattan sonra güler yüzlü davranmalı ve özel hayatında da öyle olmalılar. Din adamlarında manevi sorumluluk olduğu için, kendisine soranlara fazla eleştirel davranırlar. Bir çocuk camiye geldiğinde "Niye kısa pantolonla, resimli tişörtle geldin?" derler, soruna odaklı davranırlar. Askerlerde ego had safhadadır. General hata yaparsa memleket gider düşüncesi sorumluluk duyguları yüksektir. 'Sen herkesten önemlisin, sen olmazsan vatan batar' gibi gereğinden fazla yükleme yapılır ve bunu yaşam bütünü hâline getirirler. Hâliyle evde de, işyerinde de, sokakta da, sivil hayatta da komutan olurlar.

-Psikiyatristleri değerlendirebilir misiniz? Kendi mesleğinizle ilgili bir ego var mıdır?

Anestezi uzmanları ve psikoterapistler en çok intihar eden meslek gruplarıdır tıpta. Mesleki düşünce bozukluğu riski vardır. 'Karşı tarafın duygularını, içini okurum, bana danışmayana göre daha üstünüm' diye düşünürler. Kendilerini önemli ve üstün görürler. Narsistliktir bu. Hastalarla iyi iletişim kuramazlar. Özel hayatta mesleki kimliğini bir kenara bırakmaları lazım. Her muhabbette mesleki tanım yapıp tanı koymak iyi bir psikiyatristlik değildir. Toplum onları sürekli doktor olarak gördüğü için buldukları her fırsatta hastalıklarını sıralarlar. Bir kişi bir görüşte her şeyini okuyorum diyorsa yalan söylüyordur. Bu bir görüşte kalp ilacı yazmak gibidir. Kibarca bilgi vermek gerekir. Mesleğimiz bizim cildimiz değildir, kıyafetimizdir. Her yerde değişebilir bu kıyafet. O rolden çıkması, kibarca hayır demeyi başarması lazım. Toplum insanı yönetmemeli, meslek sahibi toplumu yönetmeyi bilmeli. Meslek bunu gerektiriyor diye narsist olmak gerekmiyor. Pentagon'da generalle onbaşı akşam yemekte ayaklarını uzatabilirler, karargâhta ise selam dururlar. Bizde mümkün değildir bu. Özel hayatta da aynı hiyerarşiyi isterler. Bunu sınıfsal mesleki ayrımcılık hâline getirmişlerdir. 'Asker yemez, içmez, hasta olmaz' klişeleri vardır. Bunlar mesleki hastalıklardır. Alçakgönüllülükle mesleki idealistliği bir arada tutmak lazım.

(*) Nöropsikiyatri Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı ve Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü


Avukat Reşat Petek (Eski Cumhuriyet Başsavcısı): Hâkim ve savcılar kendilerini devlet otoritesinin temsilcisi olarak görür

Hâlâ hukuk camiası içindeyim ama Türkiye'nin 9 ayrı bölgesinde, illerde ve ilçelerde kıdemli-kıdemsiz hâkim ve savcılarla çalıştım. Çoğunluk değil ama bir kısmında gördüğüm mesleki defoları söyleyebilirim. Bir defa hâkim ve savcılar kendilerini devlet otoritesini sağlayan kişi olarak gördükleri için kendi otoritelerinin sarsılmasının devlete zarar vereceği düşüncesine sahiptirler. Bu, genç hâkim ve savcılarda azaldı; ama geleneksel olarak geçmişten kaynaklanan devlet düşüncesine sahip olanlar 'biz tarafız' derler. Bu nasıl tezahür eder peki? Davası ve şikâyeti olan vatandaşa karşı, eğer bahsi geçen şikayet hukuka uygun değilse bu durumda ters ve azarlayıcı muamelede bulunabilirler.

Diğer taraftan küçük il ve ilçelerdeki yöneticiler arasında bir otorite üstünlük yarışı vardır. Kaymakam, cumhuriyet savcısı, hâkimler, jandarma komutanı ve emniyet müdürü arasında sahip olunan makamın konut ve makam arabası gibi imkânları bir yarış konusu olabilir. Oradaki halkla kaynaşılan umuma açık törende kaymakam, belediye başkanı ve komutan halkı selamlar. Bütün adli işlerinde hâkim ve savcıdan emir alan komutan, protokolde hâkim ve savcının önünde oturur. Hâkim ve savcı bazen oturacak yer bile bulamaz. Hâliyle bazen hâkim ve savcı tavır koyarak gelir törene ya da gelmez. Bu hem haklarıdır hem de bunu isterler. Hâkim ve savcılığın otorite tesis etmek için adaleti sağlayan bir makamda olduklarının bilincindedirler çoğu kez. Ne devletten ne de vatandaştan yanadır. Hâkim ve savcılar yasalar nezdinde birbirinin üstü ve astı değildir. Görev tanımı açısından fark vardır. Aralarında bir çatışma yoktur. Müfettiş önerileriyle resmiyete girmiş bir konu vardır. O da halkla ahbap çavuş ilişkilerine girmemeleri istenir, halkla kaynaşmasını istemezler. Bunu ihlal edenin de görev yerini değiştirirler. Bu resmî denetimden kaynaklanan sebeplerden dolayı halkla haşır neşir olmak istemezler. Dışarıda da unvanlarıyla hitap edilmesinden ve saygı gösterilmesinden memnun olurlar. Maddi olarak tatmin olamasa da bundan dolayı da manevi tatmin duyarlar."

 


Ali Murat Yel (Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi): Akamedisyenler imtiyazlarını korumak ister

Öncelikle, akademisyenleri homojen bir grup olarak görmemek gerekir. Akademisyenleri alt gruplara farklı şekillerde ayırabiliriz. Bu grupların başında mensup oldukları bilim dalları gelmektedir, yani fen bilimleri ve sosyal bilimler olarak ikiye ayırırken daha çok laboratuarlarda çalışan akademisyenlerin kendilerini diğerlerine göre daha önemli gördükleri söylenebilir. Bunlar arasında özellikle tıp fakültelerinde görev yapanların "her şeyi bildiklerini" iddia etmeleri oldukça sık rastlanan bir durumdur. Zaten İttihad ve Terakki Cemiyeti'nin üyelerinin çoğunun da doktor olması ve hele askerî doktor olmaları hasta bir adam olarak gördükleri Osmanlı Devleti'nin hem tıbbi ve hem de askerî olarak kendilerine muhtaç olduğuna vehmetmelerine sebep olmuştur. Sosyal bilimler alanında çalışıp toplum nezdinde itibar gördüğüne inanılan küçük bir akademisyen grubu da hukuk fakültelerinde görev yapanlardır. Bu hukukçu akademisyenler özellikle medya aracılığı ile ülkemizin içinde bulunduğu hukuksuzluklarda sürekli olarak görüşlerine başvurulduğu için kendilerini bu ülke için önemli sanmalarına yol açmıştır.

Geldikleri sosyo-ekonomik muhit ve yetiştirilme tarzlarına uygun olarak da kendilerine güvenen ve etrafındakileri sürekli olarak destekleyenler ile güven eksikliği sebebiyle her an bulundukları konumu kaybedeceğini düşünerek genç insanların yetişmelerine engel olan akademisyenler de mevcuttur. Burada önemli olan husus, "kültürel sermaye"ye bir şekilde sahip olan akademisyenlerin devlet kurumları ve resmî kurumlar tarafından korunup desteklenmesine bianen bu imtiyazı koruma iç güdüsü özellikle üniversitelerdeki hiyerarşi söz konusu olduğunda kıskançlık, çekememezlik ve kendisini daha üstün görme şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu tip akademisyenler kendine nispet edilmeyen faziletlerden, meziyetlerden ve başarılardan rahatsız olurlar.

 

aksiyon