Ortadoğu Sorunları ve Jeopolitik Konumu
Ortadoğu'nun bugün yaşadığı siyasi, sosyal, kültürel ve hatta ekonomik sorunları; tarihsel bağlamından kopararak ve jeopolitik konumuna vurgu yapmadan değerlendiremeyiz...
Akif Emre / Yenişafak
Yeni başlayanlar için Ortadoğu
Ortadoğu'nun bugün yaşadığı siyasi, sosyal, kültürel ve hatta ekonomik sorunları; tarihsel bağlamından kopararak ve jeopolitik konumuna vurgu yapmadan değerlendiremeyiz. Bu tespit her siyasi bölge için genel itibarıyla geçerli olsa da Ortadoğu'yu tarihsizleştiren yaklaşım biçimlerinin revaçta olduğu çözümlemeler göz önüne alındığında daha da önem kazanıyor. Türkiye'den Ortadoğu'ya bakanlar, bu tarihsizleştirici hafıza kaybının ve yerli unsurlara yabancılaşmanın sadece Türk elitleri için geçerli olduğunu düşünmeye pek yatkındır. Gerçekten de Osmanlı sonrası yeni aydın ve seçkinler zümresi için, Ortadoğu, bizim "karanlık çağımızı" temsil ediyordu; nasılsa biz Osmanlı yükünü sırtımızdan atıp aydınlanmaya çoktan geçmiştik. Ama Araplar hala bizim hatırlamak istemediğimiz geçmişi bugüne taşıyan, bize bir tür 'geçmişin günahını hatırlatan' ayna gibiydi. Sanılanın aksine insanların aynalarla arası pek iyi değildir... Sömürgeciliğin mirası ulus devlet sınırlarına mahküm edilen coğrafyada, gerek İslamcılık, gerek yerlilik, gerekse Osmanlıcılık gibi ideallerle dayanışmayı, anti-sömürgeci politikaları geçerli kılmaya çalışanların, bölgenin içinde bulunduğu şartları yeterince değerlendirebildikleri söylenemez. Yeni bir Ortadoğu tasavvuru gelişirken bunun önündeki tarihi, siyasal, uluslararası engellere ve bunların kültürel kodlarına dair fazlaca kafa yorulmadığı aşikar. Söz gelimi reel-politik bir gerekçe ile başlatılan "sıfır sorun" açılımı siyasi, kültürel yaklaşım farklılıkları bir yana her şeyden önce tarihin engeliyle karşı karşıya kalacağı muhtemelen öngörülmemişti. Tüm iyi niyetli yaklaşımlara rağmen bir imparatorluğun tasfiyesinin sonuçlarıyla hesaplaşmamış coğrafyada çıkabilecek krizlerle yüzleşilmesi kaçınılmazdı. Bir ulus-devlet olarak, adeta emperyal bir vizyonla bölgeye girme psikolojisinin çelişkilerinin hesaba katılmamış olması bir yana, bizzat bu tarihsel kesintinin sonuçları olarak ortaya çıkan arızî (siyasal-kültürel) yapıların vereceği tepkilerinin hesaba katılmamış olması kısa sürede tökezlemeyi getirebiliyor. Hem Türkiye'nin siyasi ve ekonomik imkanları hem kültürel donanımı hem de bölgedeki seçkinlerin yaklaşımını değerlendirmede romantik bir yaklaşım sergilendiği söylenebilir. Türkiye'deki başat siyaset ve bölge vizyonunun ne olduğu az çok biliniyor. Bireysel çıkışlar bir yana, müesses nizamın zihniyet ve donanım olarak hazırlıksız olduğu görüldü; entelektüel kapasitesini tartışamaya bile gerek yok... Buradan bakılınca Ortadoğu'nun, bunca zamandır bizden kaynaklanan bir kopukluğun ortadan kaldırılması sonucunda, adeta eski Osmanlı özlemi ile "yeni Osmanlılara" kucak açacağı beklentisinin olduğu, değişik vesilelerle dillendirilen, ima edilen söylemlerden bir çıkarsama olarak kaydedilebilir. Oysa Arap dünyası, Osmanlı sonrası farklı siyasal kültürler, seçkinler sınıfı ve en önemlisi küresel güç ilişkilerinin oluşturduğu bir dengede duruyordu. Bizde olduğu gibi bölgede de seçkinlerle/yönetenlerle geniş halk kitleleri arasında önemli bir farklılaşma oluşmuştu. Dahası bu seçkinler zamanla kendi aydınlarını, yönetici-bürokratik kesimini çıkardı. Ortadoğu'ya baktığımızda kardeşlik ruhunu, dayanışmayı bozan ve bölgeyi dış müdahalelere açık hale getiren birkaç katmanlı yapıyla karşı karşıyayız: 1- Meşruiyet sorunu olan iktidar yapıları: Bunların büyük kısmı askeri diktatörlükler, etnik ya da mezhebi azınlığa dayalı tek parti yönetimleri veya saltanata dayalı krallıklar. 2- Ortaya çıkan -pek çoğu yapay- ulus-devletçiklerin siyasal iktidarlarının etrafında Batılı eğitimden geçen seküler bir entelijansiya oluştu. Bu elit kesim; hem ekonomiye hem bürokrasiye egemen olmakla birlikte halka yabancılaşma sorunu ile malüldü. 3- Yeni seçkinler kitlesi, genelde Arap milliyetçiliği temel ortak paydası olmakla birlikte baskın biçimde sosyalist ideolojilerden beslenen geleneksel olarak İslama selam veren bir sentez oluşturdu. Baas ideolojisi buna en iyi örnek... Tunus, Cezayir gibi ülkeler ise jakoben sekülerliğin kalesi durumundaydı. 4- Geleneksel krallıklar ise daha çok devasa bir yeraltı zenginliğinin üstüne oturan, demografik ve coğrafi önemi olmayan acenta ülke özelliğini hala sürdürmekteler 5- Gerek askeri diktatörlükler gerekse diğer dikta yönetimleri tarihsel meşruiyetlerini daha çok Osmanlı karşıtlığı üzerine inşa etiler. Suudi gibi din vurgusu yapan petrol zenginlerinin tarih yorumunun İngiliz sömürgeciliğinden çok Osmanlı sömürüsüne vurgu yapması bunun en çarpıcı örneğidir. 6- Tüm bu yapıların dışında toplumsal dinamizmi olan, daha eğitimli, organize ama sürekli baskı altında tutulan İslami hareketlerin ise daha evrensel bir yaklaşım sergiledikleri söylenebilir. Ancak ümmet eksenli bu evrenselciliği, bizde sanıldığı gibi, Osmanlının geri gelmesi olarak yorumlamak aşırı bir yorum olur. Kaldı ki bu İslami hareketler de zaten rejimlerin ötekisini oluşturuyordu. 7- Geniş halk kitlelerinin ise Osmanlıya özel bir nefretinden bahsedilemez. Hatta İsrail nedeniyle huzur bulamayan,beceriksiz yöneticilere karşı eski nesillerde bir özlem duygusundan da yer yer bahsedilebilir. Yeni nesiller ise daha yerel ve ulusal ölçekte çözüm aradıkalrı söylenebilir. Batılı anlamda milliyetçilikle, Arap kitlelerindeki Arapçılık düşüncesi aynı değildir. En fazla kendi kavmini sevmekle alakalıdır. 8- Bu durumda, halk kitleleri ile mevcut iktidarlar arasındaki uçurum kalkmadan bölge dışı aktörlerin müdahil olamayacağı bir dayanışma modelinin geliştirilmesi zor görünüyor. Arap baharı ile birkaç ülkede meydana gelen ve henüz nereye doğru evrileceği belli olmayan yönetim değişikliğinin sonuçları hakkında şimdiden yorum yapmak yanıltıcı olsa da eski hal artık muhaldir. 9- Ancak Türkiye'nin çok erkenden, adeta Ortadoğu'ya nizamat verir bir görüntü vermesi, elitlerin tepkisini çektiği gibi, dillendirilen mesajlar nedeniyle, İslami duyarlılığı olan kitleler nezdinde de kuşku uyandırmışa benzemektedir.