Suriye Konusunda İkiye Bölünen İslamcılar
Sayın Tımetürk yazarı Sabahattin Arslan'a ve tüm kamuoyuna şu soruyu sormak istiyorum...
Bismillahinnur.
Suriye'deki halk ayaklanması ile ilgili olarak düşüncelerimi daha önceki yazımda ( bakınız: 'Suriye'nin farkı ve beklentiler') detaylı olarak aktarmaya çalışmıştım. Bugün gelinen noktada bazı kardeşlerimizin yazılarından yola çıkarak Ortadoğu'yu bekleyen büyük tehlikelere ( fitnelere) temas etmeye çalışacağım.
İslami camiada yazan kalemlerin Suriye konusunda ikiye bölündüğü bir gerçek. Halk ayaklanmasına kayıtsız şartsız destek veren 1. grup Esad yönetiminin devrilmesini isterken ; bizim de içinde bulunduğumuz 2. grup Esad yönetiminin halkın meşru isteklerine cevap vermesini , halka karşı şiddet kullanmamasını , Suriye halkının da emperyalist-siyonist oyunlara gelmemesini istemekte.
Her iki gruba ait yazarlar kendi düşüncelerinin doğruluğunu ispatlamak ve kendi hedeflerine ulaşmak için kamuoyunu yönlendirecek yazılar kaleme almaya devam ediyorlar. Bunu yaparken kimin düşüncesinde samimi olduğunu , art niyet taşımadığını , oyuna gelmediğini , hissiyatlarına teslim olmadığını anlamak okuyucu açısından zorlaşıyor. Çünkü her iki gruba ait yazarların ortaya attıkları iddialar ve verdikleri bilgiler bir hayli kafa karıştırıcı... Suriye konusunda her iki kanaldan da elimize ulaşan bilgilerin çoğu dezenformasyon kokuyor. Bunda Suriye yönetiminin uluslararası basına ülkede rahat çalışma izni vermemesi de etkili...
Biz bu yazımızda 1. gruba mensup kalemlerin hadiseleri yorumlama tarzı ve çıkarımları üzerinde durmaya çalışacağız.
Bu cümleden olmak üzere , Timetürk yazarlarından Sayın Sabahattin Arslan kardeşimiz Suriye ile ilgili olarak en son kaleme aldığı yazısında ; Esad rejiminin reformları yapmakta geç kaldığını vurguladıktan sonra , 13 Mayıs'ta Lübnan'a yaptığı ziyarette Suriye olaylarında Hizbullah ve İran'ın parmağı olduğuna dair bilgilere ulaştığını yazmış.
Sayın Arslan , İranlı ve Lübnanlı eli silahlı kişilerin Suriye'de operasyon yaptığından kuşkusu olmadığını belirttikten sonra şöyle devam etmiş : '' ... Suriye'de öldürülenler sünni halk , sünni asker , sünni rütbeli subaylar . Bugün işkence edilenler , evleri yerle bir edilenler , ırz ve namusu ayaklar altına alınanlar gene aynı kesim. Bugün sünni halkın şehirleri kuşatma altına alınmış , havadan ve karadan rastgele bombalanıyor.''
Şimdi Sayın Arslan'a ve tüm kamuoyuna şu soruyu sormak istiyorum: '' Biz , 2003 yılında başlayan Irak'ın işgal sürecinde tedavüle sürülmeye çalışılan aynı mezhep kavgasını ( fitnesini ) görmedik mi? Sizin kurduğunuz bu sünnilik vurgulu cümleler , o günlerde Irak için kullanılmadı mı? Bu mezhebi duyarlılığı yüksek cümleler neticesinde Ortadoğu büyük bir mezhep savaşının eşiğinden dönmedi mi? ''
Sayın Arslan , Hizbullah ve İran Suriye rejimine muhalif grupların iddialarını kesin bir dille yalanlarken siz Lübnan'a yaptığınız ziyarette konuyla ilgili net bilgileri topladığınızı yazıyorsunuz. Sizden, bu bilgileri kimden aldığınızı kamuoyuna açıklamanızı istiyorum. Çünkü ya Hizbullah yalan söylüyor ya da Lübnan'da size bu bilgileri aktaran kaynaklar yalan söylemekte...Tabi bu arada Hizbullah'ın Esad yönetimine enformasyon desteği sağladığı bilinen bir gerçek, ben silahlı gruplar konusundaki bilgileri kastediyorum.
Sayın Arslan, Esad ailesinin Nusayri olmasından yola çıkıp , Nusayriliği de Şiiliğe malederek , Suriye'de halkın Sünni olmasından dolayı zulme uğradığını yazmanızı İslam Dünyası'nın geleceği açısından çok büyük bir talihsizlik olarak görüyorum. Üstü küllenmekte olan büyük fitneyi yani mezhep fitnesini kaleminizle yeniden yellemekte olduğunuzu farketmemeniz için ya taassup ehli ya da cahil olmanız gerekir, üçüncü ihtimali ise düşünmek bile istemiyorum.
Geçmişte kaleme aldığım yazılarda İran'ın ve Hizbullah'ın İslami Vahdet ( şii-sünni vahdeti) konusundaki hassasiyetlerini ve uygulamalarını defalarca zikrettim. Gelinen bu noktada İran'ın ve Hizbullah'ın , sünni olmalarına rağmen Mısır, Tunus, Libya ve Yemen'deki halk hareketlerini desteklediğini cümle alem görmüştür. 4 Haziran'da Rahmetli İmam Humeyni'nin irtihalinin yıl dönümü törenlerine davet edilen özellikle Mısırlı ve Tunuslu devrimci liderlere nasıl hürmet ve iltifat edildiğini yakından müşahade ettim. Tahran Üniversitesi'nde kılınan cuma namazı öncesi Mısır İhvanul Müslimin hareketinin önde gelen isimlerinden biri cemaate hitap etti. Tahranlı müslümanlar bu şahsa büyük bir sevgi gösterisinde bulundular. Ahmedinejad ve İslam İnkılabı Rehberi Ayetullah Hamanei de Mısır'dan gelen bu heyete özel önem verdi. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki Bahreyn meselesi , Mısır ve diğer ülkelerdeki halk devrimlerinin gölgesinde kaldı.
Şimdi ben Sebahattin kardeşimize ve tüm kamuoyuna sormak istiyorum : '' Eğer İran'ın derdi şiilik olsaydı , halkının ezici çoğunluğu sünni olan Mısır ve diğer Arap ülkelerindeki halk hareketlerine sahip çıkar onları destekler miydi?''
Burada can alıcı sual şudur : '' Peki! İran neden Suriye halkının hareketine destek vermemektedir?''
Bu sorunun cevabı , Ayetullah Hamanei'nin İmam Humeyni'nin irtihalinin yıldönümü merasiminde , o büyük zatın türbesinde yaklaşık iki milyon kişiye hitaben yaptığı konuşmada saklıdır. Bendeniz oradaydım ve Ayetullah Hamanei aynen şunları söyledi : '' Biz ( yani İİC ) , Ortadoğu'daki tüm İslami , anti emperyalist-anti siyonist ve halkçı hareketlerin yanındayız ve onları destekliyoruz. Amerika'nın ve İsrail'in parmağının olduğu halk hareketlerinin yanında olmamızsa mümkün değildir. ''
Ayetullah Hamanei bu konuşmasında Suriye kelimesini ağzına almadı. Fakat tercümesini verdiğim bu cümle Suriye'yi işaret ediyordu. Biz bu konuşmadan , İran'ın elinde Suriye'deki halk hareketini ABD ve İsrail'in yönlendirdiği yönünde çok net istihbari bilgiler olduğunu anlıyoruz.
Özellikle Suriye rejimini yıkmaya ve şii-sünni mezhep çatışması çıkarmaya yönelik yayınlar yapan SAFA ve VİSAL televizyonları Ayetullah Hamanei'nin konuşmasını teyid etmektedir. Bu kanallar Hamalı Şeyh Adnan Arur'un İran ve Hizbullah'la ilgili olarak ortaya attığı asılsız iddiaları kamuoyuna duyurmaktadır. Arur'un bugüne kadar ortaya attığı iddialar şöyle : '' Lazkiye'de gösteri yapan halk İran'ın savaş gemilerince bombalanmıştır. Fasid akidesini yaymak isteyen İran tüm Arapları katletmek istiyor. Suriye'deki göstericileri Hizbullahçılar ve İranlılar katlediyor. Hizbullah savaşçıları Şam Üniversitesi'ndeki gösterileri bastırdı. İranlı doktorlar , Suriye hastanelerine gelen yaralıları bir bir katletti. Şeyh Arur ayrıca hızını alamayarak Bahreyn'de şiilere iktidarı teslim etmenin meşru olmadığını da söylemiş''
Gördüğünüz gibi Şeyh Arur'un iddiaları yenilir yutulur cinsten değil, adam Mahir Esad'ın yaptığı tüm katliamları İran 'ın ve Hizbullah'ın üzerine yıkıvermiş.
Ayrıca Suriye'den gelen bir arkadaş gösteriler sırasında halka '' NE İRAN NE HİZBULLAH HÜKÜMETİ ALLAH'' sloganının attırıldığını söylemişti.
Sayın Arslan yazısının devamında ; İran'ın Osmanlı coğrafyası üzerindeki emellerinin iyi bilindiğinden , İran'ın Türkiye'yle kıyasıya bir rekabete girdiğinden ve İran'ın Türkiye'nin Ortadoğu'da etkin olmasından rahatsız olduğundan bahsetmiş.
Bu konularla ilgili olarak daha önce çok yazdık. Biz , Türkiye ile İran'ın Ortadoğu'da rakip değil refik olduğuna inananlardanız. Türkiye , İran ve Mısır ortaklığının Ortadoğu'da varolan siyonist - emperyalist sultayı yıkacağına inanmaktayız. Fakat bazı arkadaşlar inatla Türkiye ile İran'ı bölgede çatıştırmak istemektedirler. Bu arkadaşlar yorumlarında o kadar ileri gidiyorlar ki , bunlardan biri olan Timetürk yazarı Zehra Ulucak kardeşimiz aynen şunları yazmakta : '' İran bölgedeki ihtiraslarını gerçekleştirmek ve Ortadoğu'ya yayılarak Sünni-Şii rakabetini hızlandırmak için Suriye'yi basamak olarak kullanmaktadır.''
Diğer taraftan Aksiyon dergisinin bu haftaki sayısında , Selim Savaş Genç ' Şam Rejimi Halkının Üstüne Düşerken..' başlıklı yazısını şu cümleyle bitiriyor: '' Suriye topraklarındaki çatışmalar Tahran ve Ankara arasında vuku bulmasa da kazanan taraf bu iki modelden biri olacak.''
Görünen o ki , esasında orta ve uzun vadede asıl büyük tehlike İran'ın temsil ettiği Velayet-i Fakih düşüncesi ile bu düşünceye karşı olan Liberal İslam( ılımlı İslam) arasındaki çatışmadır. ( Bu arada şunu da belirtmeliyim ki; ' ılımlı İslam' , ' Radikal İslam', 'İran İslamı' , 'Anadolu İslamı' gibi tanımlamaları hiç sevmiyorum fakat konunun anlaşılması için bunları kullanıyorum.) Bazı müslüman cemaatler , İran'ın Velayet-i Fakih inancı sayesinde elde ettiği maddi ve manevi kalkınmayı hazmedememekte ve her vesileyle İran'daki nizamın yıkılmasını istemektedirler.
Bu çatışmanın önüne geçmek ancak İran ile diğer müslüman gruplar arasında sağlanacak sağlıklı bir diyalogla mümkündür. İranlı devlet adamları , siyasetçiler, din adamları, düşünürler, yazarlar , bilim adamları ve sanatçılar başta Türkiye olmak üzere diğer İslam ülkelerini sık sık ziyaret edip diyalog toplantıları düzenlemelidir. Aynı şekilde Türkiye ve diğer İslam ülkelerinde faaliyet gösteren İslami grupların önde gelen şahsiyetlerinin İran'a giderek bu ülkeyi , bu ülkenin yönetim yapısını ve düşüncelerini yakından görmeleri lazımdır. Şii ve Sünni dünya arasında varolan güven krizi ancak bu şekilde aşılabilir diye düşünüyorum. Tabi tüm bunların olabilmesi için her iki tarafın da iyi niyetli olması ve taassuplarından arınması gerekir. Yüce Allah'ın kalplerimizi birbirine ısındırdığı günleri görmeyi çok arzu ediyorum.Bu konuyla ilgili olarak önümüzdeki günlerde daha detaylı bir yazı kaleme alacağız inşaAllah.
Tekrardan söz konusu yazılara dönecek olursak ; bu kardeşlerimizin Suriye üzerinden İran'la ve Hizbullah'la hesaplaşmanın ve İran'a ve Hizbullah'a vurmanın peşinde oldukları görülmektedir.
Bu arada üç gün önce Cişr Şuğur kasabasına giren Anadolu Ajansı'nın muhabirinin kasabayla ilgili yazdığı gerçekler başta Zaman ve Akit olmak üzere bazı islami basın organlarında hiç yer bulmadı yani sansürlendi. Bu habere sadece Yeni Şafak Gazetesi 18.06.2011 tarhli nüshasında geniş şekilde yer verdi. Timetürk ise bu haberi ilk önce verdi fakat daha sonra siteden kaldırdı.Bu haberde Cişr Şuğur kasabasında gerçekte Suriye ordusunun değil selefi çetelerin ( tekfircilerin) katliam yaptığı detaylı olarak anlatılıyordu.
Son söz olarak hem 1. gruptaki hem de 2. gruptaki tüm yazar kardeşlerimize çağrımız şudur: '' Gelin ! Toplumun bağrına kin, nefret ve taassup tohumları atmaktan vazgeçelim.Yazılarımızı yazarken ileride meydana gelebilecek nahoş olaylara zemin hazırlamayalım . Zaaflarımızın ve yanlışlarımızın emperyalistler ve siyonistler tarafından kullanılmasına izin vermeyelim.
KEMAL KEMAHLİ