Toplumun Kıyameti
O mallar, içinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir iktidar aracı (devlet) haline gelmesin. (59/7)...
ATİLLA FİKRİ ERGUN/Toplumun Kıyameti
" O mallar, içinizden sadece zenginler arasında dönüp dolaşan bir iktidar aracı (devlet) haline gelmesin." (59/7)
İslam açısından servetin belli bir kesimin elinde bulunması olumsuz bir durumdur. Zira bu, gelir dağılımının adaletsiz olması, üretim araçlarının belli bir kesimin tekelinde bulunması, toplumun "varsıllar" ve "yoksullar" olarak iki gruptan oluşması, süreç içerisinde zengin-fakir arasındaki uçurumun derinleşmesi, hulâsa sınıflı sosyal yapının mevcudiyeti anlamına gelir. Böyle bir toplumda iktisadi gücü elinde bulunduran kesim, siyasi ve hukuki açıdan da imtiyaz sahibidir. Daha önce de çeşitli vesilelerle ifade ettiğim gibi, bu durum İslam tarihinde ilk olarak Üçüncü Halife Osman döneminde ortaya çıktı. Ve ne yazık ki, Muaviye'nin saltanatı ilan etmesinden bu yana İslam tarihinde servetin siyasi ve hukuki imtiyaza mesnet teşkil etmediği dönem hemen hemen yoktur.
Bu bakımdan servet sadece belli bir kesimin elinde bulunmamalı, toplum geneline dağıtılmalıdır. Aksi halde toplumsal huzursuzluk kaçınılmazdır. Her ne kadar halk bazı şeyleri anlamıyor gibi görünse de halkta duru bir bilgelik mevcuttur. Nitekim şöyle denmiştir: "Biri yer biri bakar, kıyamet bundan kopar." Zira bugün tabii haklarından mahrum bırakılan insanlar, durum dayanılmaz bir hal aldığında, kendilerine verilmeyeni başka yollardan almak üzere harekete geçerler.
Kur'an, sadece servetin toplum geneline yayılmasını emretmekle kalmaz, aynı zamanda bunu gerçekleştirmek üzere birtakım yükümlülükler ve mecburi uygulamalar öngörür. Zekât, infak, sadaka -bugün anlaşıldığı şekliyle dilencinin eline tutuşturulan 3-5 liradan söz etmiyorum- savaş ganimetlerinin bölüştürülmesi, fey ve mirasla ilgili ayetler bunu açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Hal böyle iken yine de zekât ve miras ayetleri, İslam'ın özel mülkiyeti kabul ettiğine dair delil olarak öne sürülüyor. Zihniyet şu: Eğer Kur'an mülkiyeti onaylamamış olsaydı zekât farz olmazdı. Çünkü kişinin zekât verebilmesi için mal-mülk sahibi olması gerekir. Miras ayetleri de bunun bir başka delilidir. Zira kişi öldükten sonra varisleri onun geride bıraktığı malı-mülkü paylaşırlar. Bu nedenle Kur'an miras hukukunu düzenlemiştir. Eğer Kur'an mülkiyeti onaylamamış olsaydı miras hukukunun olmaması gerekirdi.
Buradaki temel sorun Kur'an'a bakışla ilgilidir. Bin dört yüz küsur yıl önce her konuda kıyamete dek söylenebilecek her şey söylenmiş midir, yoksa temel bir perspektif verilerek, her çağa hitap eden genel bir varlık, tarih, toplum, siyaset, iktisat ve hukuk felsefesi mi ortaya konulmuştur? Soruyu şu şekilde de sormak mümkün: Kur'an son söz müdür, önsöz müdür? Son söz olarak düşünüldüğü takdirde hayatın dondurulması söz konusudur; zira her çağda o çağa özgü yeni sorunlar ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla Kur'an, ilk nazil olduğu toplumun realitelerini dikkate alarak hüküm vermiş, ancak bunun yanı sıra insanlığın önünde ulvî ufuklar açmıştır. Bu durumda insana düşen, Kur'an'ı ve hayatı dondurmak değil, meselelere kendisine verilen temel perspektif doğrultusunda bakarak, yaşadığı çağda söz konusu ulvî idealleri gerçekleştirmeye çalışmaktır. Bunun yapabilmesi için öncelikle Kur'an'ın yeni bir okuma ve yorumlama faaliyetine tabi tutulması gerekiyor. Aksi halde geleneksel fıkhın eski yöntemleriyle çağımızın sorunlarını çözmek mümkün olmayacaktır.
Meseleye bu açıdan bakıldığında, zekât, kişilerin mevcut konumlarının muhafaza edilmesini değil, veren el-alan el ilişkisini süreç içerisinde sona erdirmeyi amaçlar. Varsıllar ellerindeki fazlalığı topluma devrederler ve böylece bir noktadan sonra hiç kimse bir diğerinin infakına, sadakasına, zekâtına ihtiyaç duymaz. Zira aradaki makas daralmış, toplumu ikiye ayıran yol, çukur veya boşluk kapanmıştır. Miras ayetleri de böyledir. Vahyin nüzulünden önce Arap yarımadasında ailenin en büyük erkek evladı mirasın tümünü alıyordu. Kur'an bir başlangıç yaptı ve mirası aile içinden başlamak üzere toplumun geneline yaydı. Öyle ki, ilgili ayetlere bakıldığında akrabalara, yetimlere ve yoksullara da mirastan pay verilmesinin gerekli kılındığı görülür (4/8).
Aynı şekilde savaş ganimetlerinin paylaştırılması ve fey de bunu amaçlar. Konuyla ilgili olarak Enfal Suresi'nde iki ayet bulunur. Bunların ilki (8/1), savaş ganimetlerinin bütünüyle Allah'a ve elçisine, ikincisi ise (8/41), beşte birinin Allah'a, elçisine, akrabalara, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine ve yolda kalmışlara (evlerinden uzakta bulunanlara, dolayısıyla bundan ötürü yeterli geçim imkânı bulamayanlara) ait olduğunu bildirir. Bu, ilk bakışta nesh teorisini akla getirebilir veya bir çelişki gibi görünebilir; ancak durum oldukça farklıdır.
Ganimetlerin bütünüyle Allah'a ve elçisine ait olması, savaşan hiç kimsenin ganimet üzerinde hak iddia edemeyeceğine işaret eder. Zira Kur'an ve Sünnet'e göre, ganimetler kamu malı hükmündedir. Bununla birlikte Kur'an, yeryüzüne adaletin hâkim olması için canlarını ortaya koyan bu insanları, yani savaşanları da gözetmiş ve onlara ganimetten pay vermiştir. Hz.Peygamber, dolayısıyla -bugün için- onun şahsında halkın işlerini görmek üzere halk tarafından görevlendirilen kişiler (Ulû'l-Emr), ganimetleri kamu yararına olmak şartıyla gerekli yerlerde kullanırlar ya da gerekli yerlere dağıtırlar. Nitekim surenin 41. ayeti bunu açık bir biçimde belirtir. Hz. Peygamber, buna uygun olarak ganimetin beşte dördünü savaşanlar arasında paylaştırmış, beşte birini ise yine beşe bölerek kendi payını almış, geri kalanını şehit olanların yakın akrabalarına, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine ve yolda kalmış olanlara dağıtmıştır.
Fey ise, savaşmadan, kan dökülmeden, dolayısıyla düşmanın savaş başlamadan önce silahlarını bırakarak teslim olmasıyla elde edilen ganimetlerdir. Bu şekilde elde edilen ganimetler, savaş ganimetlerinden farklı olarak bütünüyle adı geçen beş gruba dağıtılır. Yani Peygamber'e, şehit olanların yakın akrabalarına, yetimlere, ihtiyaç sahiplerine ve yolda kalmışlara. Nitekim konuyla ilgili ayette gözetilen amaç açıkça beyan edilmiştir: "Bu beldelerin halkından (ganimet olarak) ne alındıysa, Allah hepsini elçisine devretti, (ganimetin tümü) Allah'a ve elçisine, (şehit olan Mü'minlerin) yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmış olanlara aittir ki, o mallar içinizden zengin olanlar arasında dolaşıp duran bir iktidar aracı (devlet) haline gelmesin. Bu nedenle, elçi size ne verirse onu alın ve size vermediği şeyi istemekten kaçının. Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun. Çünkü Allah, karşılık vermede şiddetlidir." (59/7)
Bu noktada Peygamber'in mülksüz öldüğünü yeniden hatırla(t)mak gerekir. Medine'de ortalama 55-60 günde bir savaşan (seriyye gönderen, gazveye çıkan), elde edilen ganimetten de pay alan bir peygamber, bir yoksul gibi yaşamış, geride miras bırakmaksızın beş parasız ölüp gitmiştir. Zira onun duası şuydu: "Allah'ım! Beni yoksul olarak yaşat, yoksul olarak öldür ve mahşerde yoksullarla birlikte haşret." (İbn-i Mace, Zühd, 7) Ancak ne çare ki, "Günümüz Müslümanı" itiraz ediyor: Sersefil olalım, sürünelim mi? Oysa Peygamber'in yoksulluğu bilinçli bir yoksulluktu; imkân bulamadığı için katlanmak zorunda kaldığı ve dua ederek üzerini örtmeye çalıştığı mecburi bir yoksulluk değildi. Dolayısıyla İslam peygamberi, servet biriktirmemiş, serveti bir üstünlük vesilesi haline getirmemiş, aksine ihtiyaçlarını karşılamış, gerisini de gerekli yerlere vermiştir. Üzerinde durduğumuz ayetler bunun en açık delilidir.
Hz. Ömer'in savaş ganimetleriyle ilgili uygulaması ise daha ilginçtir. Hz. Ömer, Irak ve Suriye toprakları fethedildiğinde, Kur'an'ın açık hükmüne ve Peygamber'in konuyla ilgili açık uygulamasına karşın, ganimeti savaşanlar arasında paylaştırmamıştır. Üstelik sahabe arasında tartışma çıkmasına ve çoğunluğun "Allah'ın bize kılıçlarımız sayesinde bahşettiği toprakları aramızda taksim et" demesine rağmen. Zira art arda yapılan fetihlerde ele geçirilen ganimetlerin -ve pek tabii toprakların- sürekli olarak savaşanlar arasında paylaştırılması, makasın açılmasına neden olacak, dolayısıyla İslam'ın ruhuna aykırı bir "toprak ağalığı"nın (feodalitenin) ortaya çıkmasına sebebiyet verecekti.
Hal böyle iken "Günümüz Müslümanı", servetin belirli bir kesimin elinde toplanmış olmasını, günde on iki saat çalıştığı halde emeğinin karşılığını alamayan, sömürülen, hatta bunun da ötesinde çalışıp üretebilecek durumda olduğu halde iş bulamayan, bırakın kiracı olmayı sokakta yatan, yiyecek bir parça ekmek dahi bulamayan, kısacası en tabii haklarından mahrum bırakılmış olan insanların varlığına karşın, hamd-şükür edebiyatı yapıyor.
Oysa hamd ve şükür bir yana, böyle bir iktisadi, siyasi ve sosyal düzenin meşruiyeti yoktur. Zira rızık kaynaklarının belli kişi ve grupların elinde tekel haline geldiği bir toplumda adaletten söz etmek mümkün değildir. Adaletin olmadığı yerde doğal olarak zulüm hâkimdir. Ancak bu zulüm, adalet, demokrasi, eşitlik -kanunlar önündeki eşitlik anlamında- ve hak-hukuk adı altında topluma yutturulmaktadır. Bunun yanı sıra böyle bir toplumda işler, ehil olmayanların eline verilmiş demektir. Hâlbuki Kur'an'ın öne çıkardığı iki temel ilke adalet ve işlerin ehil olanlara teslim edilmesidir: "Şüphesiz Allah, size emanetleri ehil olanlara teslim etmenizi ve her ne zaman insanlar arasında hüküm verecek olursanız adaletle hükmetmenizi emreder" (4/58). Nitekim Hz. Peygamber, işlerin ehil olanlara verilmediği bir toplumun kıyametinden söz eder: "Emanet kaybolduğunda (işler ehil olan kimselere verilmediğinde) kıyameti bekle" (Buhari, İlim, 59)
Şu halde geriye bir tek yok kalmaktadır: İsyan etmek! İşte Ebu Zer'in söylediği şey buydu: "Evinde yiyecek ekmek kalmadığı halde isyan etmeyen adama şaşarım!" Ebu Zer'in vasiyeti de oldukça dikkat çekicidir: "Cenazeme devlet memuru gelmesin!"
Servetin belli bir azınlığın elinde toplandığı, rızık kaynaklarının bu azınlığın tekelinde bulunduğu, bir başka ifadeyle toplumun mevcut kaynaklarının adaletsiz bir biçimde dağıtıldığı, buna bağlı olarak bir grup insanın müreffeh bir yaşam sürdüğü, çoğunluğun ise karın tokluğuna çalıştığı bir toplumda fakirlik, manevi-ahlaki tekâmülün önündeki en büyük engeldir. Buna mukabil, mevcut kaynaklardan herkesin adil miktarda pay aldığı, ancak belli dönemlerde birtakım şartlar nedeniyle sefaletin baş gösterdiği ve bu tür bir sefaletin hep birlikte paylaşıldığı bir toplumda fakirlik, manevi-ahlaki tekâmüle katkıda bulunur ve ilerisi için umut verir.
Bu noktada Hz. Peygamber, Ebu Bekir, Ömer ve Ali gibi bilinen ve sıkça dile getirilen örneklerin dışında Ömer b. Abdülaziz'den söz etmek yerinde olacaktır. O, İkinci Halife Ömer'in oğlu Âsım'ın kızı Ümmü Âsım'ın oğludur. 8. Emevî Halifesi'dir. Ancak Emevi oluşunun aksine dürüst ve namuslu bir adamdır. 705-712 yılları arasında Hicaz Valisi'ydi. Önceleri cahili bir yaşam tarzına sahipti. Zira Mısır'da yönetici olan babasının yanında yetişmiş ve Emevî yönetimi içinde yer almıştı. Dolayısıyla hayatının bu döneminde saltanatın tipik bir temsilcisiydi. Senelik kırk-elli bin dinar geliri olan bu adam, bin dinara alınan bir elbiseyi kaba olduğu gerekçesiyle beğenmezdi. Daha sonra Medine'de yaşamaya başlar ve devrin önemli âlimleriyle görüşür. Bu dönemde gerçek şahsiyetini kazanır ve gelişen bir dizi olay sonrasında 717 yılında Halife olur.
İlk işi, daha önce saltanatın sağlamış olduğu tüm gelirleri Beytu'l-Mal'e iade etmek oldu. Böylece kendi servetini de bütünüyle yitirdi. Senelik kırk-elli bin dinarlık gelirini iki yüz dinara indirdi ve hayatını bu parayla idame ettirmeye çalıştı. Daha önce bin dinara alınan bir elbiseyi kaba bulduğu için beğenmeyen Ömer, hayatının bu safhasında on dinara alınan bir gömleği yumuşak ve zarif bulur, sırtına geçirir. Beytu'l-Mal'den ailesi için verilen tahsisatı almaz, her türlü hediyeyi reddeder, yerine getirdiği hiçbir görev için ücret talep etmez ve bir yoksul gibi yaşar.
Ömer b. Abdulaziz, Beytu'l-Mal'i yeniden düzenledi ve tasarruf alanlarını belirledi. Adaletsiz valileri görevden aldı, bunların yerine liyakatli kişileri getirdi. Her türlü zorbalığı ortadan kaldırdı, halka zorla ve ücretsiz iş yaptırılmasını yasakladı. Şöyle diyordu: "Zorla iş yaptırma yeryüzünden kalkmalı. Halka zorla iş yaptırmak zulümdür." Ve nihayet onun gerçekleştirdiği reform hareketinden rahatsız olan çıkar odakları, 720 yılında onu zehirleyerek öldürdüler (öl. Şam, M. 720)(1)
Bunu günümüzdeki tabloyla karşılaştırdığımızda neyin ne olduğunu anlamakta zorluk çekmeyiz. İktidarın nimetlerinden dibine kadar yararlananlar, ihaleleri yandaşlarına peşkeş çekenler, 400-500 bin dolar peşinatla 94 metre uzunluğunda "gemicik" sahibi olanlar, aylık 39 bin lira villa kirası ödeyenler, kendi zengin sınıfını oluşturanlar, üçüncü köprünün geçeceği güzergâh üzerinde ucuza arsa kapatanlar, "Gerçek burjuva biziz" diyenler, kariyeristler, konformistler, servet ve iktidar-perestler": "Bir ülkeyi yok etmeyi irade ettiğimiz zaman, o ülkenin refah ve servetle şımarmış ileri gelenlerine son uyarı(ları)mızı iletiriz ve onlar orada günahkârca yaşamaya devam ederler. Böylece o ülke hakkındaki sözümüz gerçekleşir ve oranın altını üstüne getiririz" (17/16).
Ayette geçen "mutraf" terimi, T-r-f (kolay ve refah içinde bir yaşam sürdü) kökünden gelir. "Kolaylık ve refah içinde yaşayan, hayatın tadını çıkaran" demektir. Bunlar serveti ellerinde bulunduran kesimdir. Sosyal statülerine ve servetlerine dayanarak toplumlarının fiili önderliğini üstlenmelerine karşın, manevi-ahlaki kaygılardan, dolayısıyla sosyal yükümlülüklerini yerine getirmekten uzak hareket ederler. Bunların başını çektiği bir toplumun kıyameti kaçınılmazdır. Nitekim ayette sözü edilen sosyal bir alt-üst oluştur. İşte bir toplumun kıyameti budur! Balık baştan kokar. Kılavuzu karga olanın burnu pislikten çıkmaz. Biri yer biri bakar, kıyamet bundan kopar!
Umutla, itizalle ve devrimle"
----------------------------------
Dipnot:
1- İmaduddin Halil, Ömer b. Abdulaziz Dönemi ve İslam İnkılâbı, s. 35; Prof. Dr. H. İbrahim Hasan, İslam Tarihi, c. 1, s. 414, 418; Nedvi, İslam Düşünce Hayatı, s. 37; Ebu'l-A'la Mevdudi, İslam'da İhya Hareketleri, Pınar Yayınları, Ekim 2000/İstanbul, s. 57-64
mutezil